hayata dair her şey..

hayata dair her şey..


31 Aralık 2012 Pazartesi

GÜLE GÜLE 2012.. HOŞGELDİN 2013..

Küçük Bir Dokunuş Ailesi Olarak Yeni Yılınızı Kutluyoruz


HOŞÇAKAL

BİR SENE ÖNCE BERABERLİĞE ADIM ATARKEN, MUTLULUKTAN ADETA HAVALARA UÇUYORDUM... BİRLİKTE YAŞAYACAKLARIMIZI DÜŞÜNÜP NE HAYALLER KURMUŞTUM.. İLK GECEMİZİ HATIRLIYOR MUSUN?? NE KADAR EĞLENMİŞTİK.. SENİNLE TANIŞMAMIZDAN BU YANA, HAYATA DOLU DİZGİN BİR GİRİŞ VE GELECEĞİMİZ HAKKINDA PLANLAR YAPTIK , SÖZLER VERDİK. EH.. BAHAR İÇİN VERDİĞİN SÖZDE DURDUN SAYILIR, O KONUDA HAKKINI YİYEMEM.. DÜĞÜN DERNEK İŞLERİNDE ÇOK MUTLU ETTİN BENİ.. GÖZÜMÜN ÖNÜNE GELİYOR DA ŞU AN.. EVET EVET GERÇEKTEN MUTLUYDUM.. YAZ GELDİĞİNDE BİRAZ BELLİ ETMİŞTİN ASLINDA, ARADA KAPRİSLER, TAVIRLAR.. ANLAM VEREMEMİŞTİM.. İNSANLIK HALİ, BENDEN SIKILMAYA MI BAŞLADI ACABA DİYE DE DÜŞÜNMEDİM DEĞİL HANİ.... SONRA.. SONRA ÇOK HIZLI GELİŞTİ HER ŞEY, AKLIMA GELMEYEN BAŞIMA GELDİ.. BİR ANDA BAŞKA BİR DÜNYADA YAŞAMAYA BAŞLADIM.. ÜZDÜN, AĞLATTIN, UYKUSUZ GECELERDE SABAHLATTIN.. KALBİMİ YERİNDEN FIRLAYACAKMIŞ GİBİ ÇARPMASINA NEDEN OLDUN.. SANA ÇOK KIZMIŞTIM BANA BUNLARI REVA GÖRDÜĞÜN İÇİN.. AFFEDEMEM DİYORDUM.. SEVİNCİMİ DOYA DOYA YAŞAMAMA İZİN VERMEDİN ÇÜNKÜ.. AMA BEN HAYALLERİMİN SENSİZ DE EN GÜZEL ŞEKİLDE GERÇEKLEŞECEĞİNE İNANIYORUM.. İYİ VE KÖTÜ GÜNDE DİYE BAŞLADIĞIMIZ BİRLİKTELİĞİMİZİ, MEDENİ İNSANLAR OLARAK,YİNE DE İYİ VE GÜZELDİ DİYEREK SANA ELVEDA DİYORUM 2012... HOŞÇAKAL...



Dağlar Kızı Reyhan










27 Aralık 2012 Perşembe


    Herkese Merhaba,

    İki ay önce cep telefonumdan beni aradılar. Bir tiyatro oyunundan bahsetti arayan kişi. Gitmek isteyeceğimi çok da memnun olacağımı belirttim. Aralık başında biletimi aldım. Oyuna daha üç hafta vardı. Sonunda heyecan ve merakla beklediğim gün geldi. Salı günü tiyatroya gittim. Her şey çok güzeldi. Salon, sahne, oyun ve en önemlisi oyuncular. Çok eğlenceli bir oyundu çok güldüm. Bu topluluğun bütün oyunlarını seyretmek için elimden geleni yapacağım. Sizlere de tavsiye ediyorum. Bence kaçırmayın, sonra üzülürsünüz..

AŞILAN ENGELLER SANAT TOPLULUĞU

Oyunun Adı : ACİL SERVİS

Oyunun Konusu : Acil servis konu itibariyle doktorların, hemşirelerin, hastabakıcıların ve hastaların arasında geçen bir takım trajikomik olayların mizansel bir dille anlatılmasıdır. 

Yönetmen : Melek ERZİNCAN

Genel Koordinatör : Kadir ERDOĞDU

Telefon : 0212 246 40 95
e-mail : info@bjkengelliler.com
Adres : Halaskargazi cad. No: 110 Kat:8
Osmanbey/Şişli
Şişli Belediyesi Zabıta Müdürlüğü Binası



Bakın kendilerini bizlere nasıl ifade ediyorlar;


Bizden Size...

Cesaret anlaması zor bir duygu...
O sahneye çıkmak için cesaret gösterilebiliriz biz ama mükemmeli hak ediyorsak sizler ve bizler, azmetmeliyiz... Biz, sahnede terk ederiz bedenimizi birer hayal oluruz, o hayalin içinde yeni bir "ben" buluruz.
Bütün dünya bir sahnedir ya hani... Bize verilen rol ise engelli... Ruh buna ne gücenir, ne bir an vazgeçeriz...Engel anlaması zor bir duygu... Bazen sadece kabullenmeli...
Hayat bir sahneyse; o büyük yaratıcı, en iyi oyuncuyu seçer yazdığı rollere ve biz bu rol için en iyi oyuncularıyız onun...
Belki bu engelli rolünü büyük bir gururla taşıdık kimimiz;
Belki de bisiklete binememiş, sokakta top oynayamamış, çamura bulanmamış, hiç uçurtma uçuramamış, koşmasına izin verilememiş, çok küçük yaştan beri durmayı, susmayı, gözyaşlarını içine akıtmayı öğrenip gülümseyen 8 genciz...
Tiyatro yaratıcılık ister, olmayanı var göstermek ister; bunu görmek hayal gücü gerektirir. Tiyatro hayal etmektir, siz de bizleri engelsiz hayal edin, çünkü öyleyiz... Tiyatro bir bütün olmaktır."Umuda Yolculuk" ekibi kimdir, anlamaktır. Biz karşımıza geçip, bizi beğeniyle alkışlayacağınızı hayal ederiz...
Tiyatro zor olsa da, bu işin ödülü büyüktür... Cesarettir, özgüvendir, beğenilmektir, ülkenin kalitesini anlatmak, kendin gibi insanlara destek olmaktır...
Tiyatroya, kimileri "Yaşamdaki olayları sahnede canlandırma sanatı" der; kimileri "İnsan varlığının tümünü yansıtan, yaratan, yaşatan sanat" der.
Biz tiyatroya "Köprü" diyoruz. Gönlümüzden gönlünüze...
Bir gün üzerinden geçebilirsek; işte o zaman bu köprü bizi özgür kılacaktır...
Seyirci koltuğunda oturup önce üzülerek bakacaksınız bizlere... Çünkü o ana kadar bu öğretildi sizlere...
Bedelini ödeyerek hayattan aldığımız dersleri sunacağız insanlara...
Bir gün siz de engelli olabilirsiniz diyenlere kulak asmayın ve bizimle olmaktan korkmayın... Tiyatronun ne denli zor olduğunu biliriz... Hüzünlü bir anda güldürebilsek yüzünüzü veyahut güldüğünüz yerde bir şeyler uyanırsa içinizde işte o an başardığımızı anlarız.
Düşünün, bu farklı bir hayat, hiç kolay bir şey değil.
Her zaman başkalarıyla aynı mı olmak  gerekir?
Hayalleriniz, bir şeyi yapıp yapamayacağını belirleyen asıl nedendir.
Seni sen yapan, belki de olmak istediğin yapan...
Ben, ben olmaktan korkarken; sahnede önce kendim, sonra başkaları oldum!
Bundan büyük bir mutluluk duydum... Ne olursa olsun, hayat; cesareti bedeninde taşıyıp, azimle aşmaktır tüm engelleri...
Engelli olmak acıklı değil, biraz buruk bir hikaye...
Belki bizim gibi, bir "Melek" çıkar karşınıza sizinde...
Görüp ön yargı üretmeyen, senin kim olduğunu "sana" soran biri...
Bize yeni bir hayatın, büyük bir dünyanın kapılarını açan, cesaretlendiren, öğreten, yüzümüzü güldüren biri...

Aşılan Engeller Tiyatro Topluluğu Oyuncuları...





























  Sevgilerimle,
Funda Dikmen










25 Aralık 2012 Salı

Duygusal Hikayeler...





KIRMIZI DONMUŞ ÇİLEKLER

    Pırıl pırıl bir elma şekeri, böğürtlenli dondurma ya da zıp zıp zıplayan bir lastik top... Ben kırmızı olan her şeyi severim. En çok da kırmızı, minik çilekleri. Hele de o çilekler soğuktan donmuş ve sevgiyle ısınmışsa...
    Çileklerin üzerine düşen kar tanelerini bile donduracak kadar soğuk bir şubat akşamıydı. Hani insanın burnunu havuç gibi kızartan, kulaklarını donduran havalardan. Dışarıda kar taneleri, bir avuç yıldız ve bir torba dolusu karanlıktan başka bir şey yoktu.
    Altı yaşındaydım ve dışarıdaki dondurucu soğuğa inat benim tombul yanaklarımdan alev fışkırıyordu. Hastaydım. Pembe pijamalarım ve bana güven veren tüylü ayıcığımla minik yatağımda "ütopya" lık sınırlarında dolaşan isteğimin yerine getirilmesini yüzümde bir şirretlik ifadesiyle bekliyordum.
    Babamdan aldığım, "hayır" yanıtı alt dudağımı sarkıtmaya ve gözlerimi doldurmaya yetmişti. Çocukluğumun ve hastalığın verdiği huysuzlukla ağzımdan şu sözlerin döküldüğünü anımsıyorum: "Çilek is-ti-yo-rum!" Zemherinin ortasında çilek bulmak... Zavallı babam! Bana çilek dışında bir şey yediremeyeceğini anlamıştı. Karşısında "çilek" diye direten keçi yavrusunu iyi tanıyordu. Başka şansı kalmamıştı...
    Yüzünde büyük bir çaresizlik ifadesiyle, kalın paltosunu, kasketini ve botlarını giydi. Kendimi savaşı kazanmış bir komutan gibi hissediyordum. Köpeklerin bile sokağa atılmayacağı o havada babam sırf hasta, minik keçisini mutlu edebilmek için bütün iyi niyeti ve sevgisiyle çilek aramaya gitti. Buz tutmuş camın ardından gidişini izlerken cesaret almak istercesine ayıma sıkı sıkıya sarıldım. Gururlu gülüşüm, yerini, süngüsü düşmüş, zavallı ve zoraki bir sırıtışa bırakmıştı. Artık çilek isteyip istemediğimden emin değildim.
    Gözlerimi açtığımda karyolamdaydım. Çileklerimi "aslında, babamı" beklerken uyuyakalmıştım. Başucumda bir tabak dolusu kırmızı, donmuş çilek yemem için beni bekliyordu. Bir seçim yapmak istercesine önce çileklere, sonra da gözlükleri soğuktan buğulanmış, saçlarına kar yağmış babama baktım. Karşımda duran bu adam sadece benim için sıcak yatağını bırakıp yollara düşmüştü. Bir çileği bana uzattı. Boğazıma takılmış bir yumruyla birlikte yuttuğum o çileğin tadını yaşamım boyunca unutamayacağımı o anda anlamıştım. O çilek ki soğuktan donmuş, sevgiyle ısınmıştı...
    Dedim ya; ben bir kırmızı donmuş çilekleri severim, bir de onları ısıtanı...


Alıntıdır..

Sevgilerimle









21 Aralık 2012 Cuma





    Herkese Merhaba,

    Uzun zamandır tanıtım yazısı yazmamıştım. İçimden geldi bugün yazmak istedim. Blog dergimizde neler var hep beraber hatırlayalım isterseniz.
    "Pazar Dokunuşu" köşemizde yazarımız Zeki Dikmen' in kaleme aldığı hikayemiz her pazar günü takipçisiyle buluşmaya devam ediyor. Kemal, Nazlı, Yusuf Ağa, Sultan Ana ve birçok karakterin buluştuğu sürükleyici bir hikaye. Sonunu ben de sizler gibi merak ediyorum..
    "Nostalji Rüzgarı" köşemizde yazarımız Reyhan Tolga Poşpoş yazdığı yazıları ile fırtınalar estirmeye devam ediyor. Alpullu hatıraları ve her zaman gurur duyduğu babası Doyran' lı Ali Tolga' nın hayat hikayesi ile hepimizin gönlünde büyük yer kapladı ve takipçi sayısını her geçen gün arttırdı. Bu duygusal yazıları sayfadaki müzikle beraber okumanızı öneririm..
    "Dünden Bugüne" köşemizde yazarımız Zeki Dikmen dünyanın harikalarını evimize getiriyor..
    "Sn. Şair Vedat Dündar" köşemizde şairimizin birbirinden güzel şiirleri ve makaleleri bizi hem düşündürüyor hem de duygulandırıyor..
    "Şiir Köşesi" nde değerli şairlerimizin birbirinden güzel şiirleri sayfamızı süslüyor. Bugün Mevlana' nın Etme şiiri sayfamızda sizleri bekliyor. Sayfanın başındaki ney dinletisi eşliğinde okumanızı tavsiye ederim..
    "Damak Tadı" köşemizde birbirinden lezzetli tariflerimiz siz hünerli takipçilerimizin denemesi için sizleri bekliyor. Bugün bana ait olan Soslu Tarhana Çorbası tarifimiz var. Kaçırmayın.. Afiyet olsun..
    "Bakış Açısı" köşemizde benim çekmiş olduğum fotoğrafları sizin beğeninize sunuyorum. Bugün yayınladığım kış manzaraları başlığı altındaki fotoğraflarım arasında Alpullu fotoğrafları da var..
    "Eğlence" köşemizdeki karikatür ve fıkralarımız size günlük stresinizi unutturacak..
    Hürriyet imzalı Haberler, Dünyadan Haberler, Ekonomi, Hava Durumu, Spor ve Magazin Haberleri, Hürriyet Köşe Yazarları, Sinema, Etkinlik ve Sağlık haberleri, Komik Videolar ve Müzik videoları hepsi sizler için..

Umarım blog dergimizde keyifli dakikalar geçiriyorsunuzdur.

 Sevgilerimle,
Funda Dikmen









   

20 Aralık 2012 Perşembe

Duygusal Hikayeler...




ÖLÜMSÜZ KIRMIZI GÜLLER

   Kan rengi, kıpkırmızı güllere bayılırdı. Zaten onlarla adaştı da. Rose... Gül... Kocasının sevgili Rose'u... Her yıl Sevgililer Günü'nü kapının önünde bulduğu enfes fiyonklarla süslü kucak dolusu kırmızı güllerle kutlardı. Hiç aksamadan. Hatta, eşini kaybettiği yıl dahi kapısı çalınmış, gülleri kucağına bırakılmıştı. Tıpkı geçmişte olduğu gibi, küçük bir kartla birlikte.. Her yıl güllere iliştirdiği karta aynı cümleleri yazardı:
"Seni, geçen sene bugünkünden, daha çok seviyorum..."
   Birden, bunların son gülleri olduğunu düşündü.. Önceden ısmarlanmış olmalıydı.. Öleceğini nasıl bilebilirdi?.. Zaten her şeyi önceden planlamayı ve yapmayı severdi, yumurta kapıya gelmeden...
   Gülleri özenle içeri taşıdı.. Saplarını kesti, vazoya yerleştirdi. Vazoyu da konsolun üzerine, eşinin kendisine gülümseyen fotoğrafının yanına koydu. Orada kocasının koltuğunda oturup saatlerce güller ve fotoğrafı seyretti sessizce.. Bitmek bilmeyen bir yıl geçti.. Yapayalnız ve hüzün dolu bir yıl..
   Sonra bir sabah kapı çalındı.. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi.. Kırmızı gülleri, üzerinde küçük kartıyla birlikte eşikteydi.. Sevgililer Günü'nü kutluyordu. Gülleri içeri aldı. Şaşkınlık içinde doğru telefona gitti. Çiçekçi dükkanını aradı... Onu bu kadar üzmeye kimin hakkı vardı ?
"Biliyorum" dedi, çiçekçi.. " Eşinizi geçen yıl kaybettiniz. Telefon edeceğinizi de biliyordum. Bugün size yolladığım gülleri çok önceden ısmarlamış, parasını da ödemişti eşiniz. Hep öyle yapardı zaten, hiç şansa bırakmazdı. Dosyamda talimat var. Bu çiçekleri size her yıl yollayacağım. Bir de özel kart vardı, kendi el yazısıyla. Bilmeniz gerek diye düşünüyorum. Ölümünden sonra çiçeklere iliştirmemi istediği kart..."
   Rose hıçkırıklar arasında teşekkür ederek telefonu kapattı. Parmakları titreyerek zarfı açtı..
" Merhaba gülüm" diye başlıyordu, kart.. " Bir yıldır ayrıyız. Umarım senin için çok zor olmamıştır. Yalnızlığınıı ve acılarını hissedebiliyorum. Giden sen, kalan ben olsaydım neler çekerdim kimbilir? Sevgi paylaşıldığında yaşamın tadına doyum olmuyor. Seni kelimelerle anlatılmayacak kadar çok sevdim. Harika bir eştin dostum, sevgilim benim... Sadece bir yıldır ayrıyız. Kendini bırakma. Ağlarken bile mutlu olmanı istiyorum. Onun için bundan sonraki yıllarda güller hep kapımızda olacak. Onları kucağına aldığında paylaştığımız mutluluğu ve kutsandığımızı düşün. Seni hep sevdim.. Her zaman da seveceğim. Ama yaşamalısın. Devam etmelisin. Lütfen..
Mutluluğu yeniden yakalamaya çalış. Kolay değil, biliyorum ama bir yolunu bulacağına eminim.

Güller, senin kapıyı açmadığın güne dek gelmeye devam edecek. O gün çiçekçi beş ayrı zamanda gelip kapıyı çalacak, eve dönüp dönmediğini kontrol edecek. Beşinciden sonra emin olarak gülleri ona verdiğim yeni adrese getirip seninle yeniden ve ebediyyen kavuştuğumuz yere bırakacak..
SENİ SEVİYORUM GÜLÜM..."



Alıntıdır..

Sevgilerimle






 

19 Aralık 2012 Çarşamba

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Hadi bakalım hayırlı olsuuuun... Bizim yakışıklı bugün ilk defa cezalıydı. Annesi doktor amcayla görüşmek için içeri girdiğinde gördüğü manzara pek de sevindirici değilmiş.. Yakışıklı olduğu kadar da haylaz olan paşamız, bir müddet(zaman söylememişler)kollar hazır ol vaziyette, bezin hizasında, hafifçe bağlı kalma cezasına uygun görülmüş... Suçu da, hortumları çıkarmak(entübe etmek), kendini aşağıya kaydırıp yatak bezinin toplanmasına sebep olmak... Üstüne üstlük bir de annesini üzdü yaaa... Koğuşta, bizim yakışıklıyla bir de karşısında ki küvez arkadaşı Emrullah en eski oldukları için koğuş ağası sayılırlar... Ona da arkasını dönme cezası vermişler, bizim yakışıklıya doğru dönmeyecek. Umarım bu haylazların cezaları bitmiştir, şimdi rahat uyuyorlardır... Biz biriktiriyoruz... Evine geldiğinde ona en büyük ceza, bütün sevgimizi vermek olacak....
 
 
 Dağlar Kızı Reyhan
Berk ' in Anneannesi
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

15 Aralık 2012 Cumartesi

Duygusal Hikayeler...







KURBAĞALARIN YARIŞI

    Günlerden bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmış. Yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasında hiçbiri yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece şu sesler duyulabiliyormuş ;
"Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!"
    Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyirciler bağırıyorlarmış ;
"Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!.."
Sonunda, bir tanesi hariç, kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve bırakmışlar.
    Ama kalan son kurbağa büyük bir gayretle mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş bu işi nasıl başardın diye. O anda farkına varmışlar ki kuleye çıkan kurbağa sağırmış!

OLUMSUZ DÜŞÜNEN İNSANLARI DUYMAYIN... ONLAR KALBİNİZDEKİ ÜMİTLERİ ÇALARLAR!!


Alıntıdır..

Sevgilerimle












12 Aralık 2012 Çarşamba

Duygusal Hikayeler...

 
 
 
 
SEVGİNİN AY IŞIĞI
 
     Çoook çok eskiden, yeşil bir vadinin içinde bir ırmak kıyısında kurulu bir köy varmış, taa dünyanın öbür ucunda. Çok eski dedik ya, o zamanlar gündüzleri pek güneşli geçermiş, yağmur yağmadıkça. Geceleri hep yıldızlı olurmuş, bulutlar olmadıkça. Köy sakinleri tarımla uğraşırlarmış, hayvanlar avlarlarmış, uçsuz bucaksız arazilerinden. Sularını, kaynağı çok uzakta olan köylerinin içinden geçen, ırmaktan alırlarmış. Köyde herkes birbirini sever, sayarmış. Köyde bir tek kişinin kalbinde öyle büyük bir sevgi varmış ki, bütün köyünküne bedelmiş.
     Dolun'un İntera'ya olan aşkıymış bu. Kız, Dolun'u bilirmiş de tanımazmış yakından. Dolun dayanamamış, bir gün gitmiş kızın yanına, sormuş İntera'ya onunla evlenip evlenmeyeceğini. İntera demiş ki Dolun'a:
"Evlenirim evlenmeye ama benim isteyenim çoktur, her gelen kişiden aynı şeyi ister benim babam. Ancak babamın bu isteğini yerine getiren benimle evlenir." Dolun şaşırmış.
"Sensin benim kalbimin sahibi."  diyerek başlamış sözüne ;
"Senin dileğin benim için bir emirdir, söyle isteğini hemen yapayım." demiş aşkına. İntera demiş ki ;
"Bir çiçek vardır; yaprakları gümüşten tomurcukları elmastan, onu ister babam, benle evlenmek isteyenden".
Dolun, "Bekle beni" demiş İntera'ya, "Hemen gidip getireyim o çiçeği ama nerededir yeri?"
İntera parmağıyla göstermiş akan ırmağı;
"İşte bu ırmağın kaynağındadır der babam, kırk gün yürümek gerekirmiş oraya varmak için ama bir giden bir daha gelmedi şimdiye dek çünkü oralar büyülüymüş derler, giden geri gelmezmiş çünkü, buralardan çok daha güzelmiş oralar."
Dolun; "Senden daha güzel ne olabilir ki, bu dünyada?" demiş İntera'ya "Döneceğim o çiçekle, döneceğim çünkü; seviyorum seni çünkü; sensiz anlamı olmaz benim için o güzelliğin."
     Dolun çıkmış yola sonra. Kırk gün yürümüş ırmağın yanından. Hep ne kadar sevdiğini düşünmüş İntera'yı yol boyunca. Aklındaki İntera'ymış, tek amacı ise; o çiçek. Kırkıncı gün kalkmış Dolun sabah erkenden, yüzünü yıkamış ırmaktan, anlamış çok yaklaştığını kaynağına ırmağın suyunun serinliğinden. Devam etmiş yoluna sonra. Biraz sonra varmış kaynağa, bütün yeşilliklerle çevrili bir göl varmış kaynakta, gölün ortasında bir adacık, adacığın üstünde de o çiçek duruyormuş. Anlamış İntera'nın anlattığı çiçek olduğunu, güzelliğinden. Yüzmeye başlamış adaya doğru hemen. Adaya çıkınca karşısında bir adam belirmiş Dolun'un. Adam Dolun'a;
"Her gülün bir dikeni, koruyucusu olduğu gibi, bende bu çiçeğin koruyucusuyum, eğer almaya geldiysen; ben Salut, izin vermem buna" demiş.
Dolun şaşkın ve de kararlı bir tonla ;
"Ben o çiçeği alacağım sonra aşkıma kavuşacağım." demiş. "Hiç bir şey beni kararımdan çeviremez."
"O zaman beni biraz dinleyeceksin" demiş Salut...
"Sana neden koparmaman gerektiğini anlatacağım eğer, hâlâ ikna olmazsan o zaman izin veririm almana." Dolun ikna olmuş ve çökmüş yoncaların üstüne, başlamış dinlemeye...
"Eğer, bir şeyi çok fazla istersen ve engelin yoksa önünde onu alırsın. Hayat da böyledir, insan engelleri aşarsa yaşamına devam edebilir.
Bu çiçek de sadece yaşam için bir şeyler yapacaksan engelleri kaldırır önünden çünkü; onun da bir görevi var. Bu çiçek, sadece 28 gecede bir açar yapraklarını ve döker parlayan tohumlarını göle, bu sayede buradaki sular yükselir ve ırmaktan taşar gider zamanla. Bu ırmak sayesinde yaşar bu doğadaki yeşillikler, insanlar, hayvanlar." demiş Salut.
     Dolun başlamış düşünmeye... Eğer, çiçeği koparırsa kavuşacaktır sevdiğine ama kuruyacaktır ırmakları bunun yanında. Sonunda çiçeğin başına çöker kalır Dolun. Çiçeğin gümüş yapraklarında kendini görür Dolun. Yanında İntera vardır ama niye mutsuzdur ikisi de. Aslında kalbindeki tek endişeyi görür Dolun. Zaman geçtikçe Dolun'un düşünceleri yoğunlaşır kafasında. Mutsuzluğunu düşünür, çiçeksiz, İntera'sız bir yaşam düşünür. Koparamaz çiçeği günlerce Dolun, artık yaşamaktan zevk almaz şekilde sadece aşkını düşünerek beklemeye başlar olacakları. Bir gece çiçek tohumlarını bırakırken  göle bir tomurcuk da Dolun'un sertleşmiş kalbinin üstüne düşmüş, aniden Dolun kalbindeki aşkının büyüklüğü kadar kocaman bir taşa dönmüş, taş o kadar büyükmüş ki, dünyaya sığmamış, gökyüzüne yükselmiş ve Dünya ile dönmeye başlamış. Böylece Ay olmuş Dolun'un kalbi Dünya'ya.
     O günden sonra sadece 28 gecede bir göstermiş Dolun kalbinin tüm yüzünü, aşkının bütün parıltısını diğerlerine. Sadece o gecelerde aydınlatmış Dünya'yı aynı çiçek gibi..
 
 
Alıntıdır..
 
Sevgilerimle
 
 
 
 
 
 
 
 

8 Aralık 2012 Cumartesi

Şair Sn. Vedat Dündar'dan...





03.01.2013

anlayamadım

Bilmeden bir sevda çaldım, zırdeli
Ne ince eledim, ne sık dokudum, ne de katmerli
Zannettim ki bütün sevdanın hepsi budur
O gönlün en saray katında oturur…

Yalancının mumu hiç yanmadan söndü
Zifaf bir anda karanlığa gömüldü
Korkmasam kellemi, koltuğa alırım
Kelle koltukta, koltuk çoktan öldü….

"Kavun değildi koklayamadım"
Zaten burnum hiç koku almaz benim
"Kel başa şimşir tarak" dediler
Bana neden tarak dediler, anlayamadım..

Biliyorum beni beş kat makyaj aldattı
Bir çalım yürüyüş, bir şuh tavır aldattı
"Çam sakızına çoban armağanı" dediler
Bana neden çoban sakızı dediler, anlayamadım…

Anlıyorum "suyu getiren de bir, testiyi kıran da"
Ben suyu getirdim, hem de boş yere getirdim
"Atı alan Üsküdar' ı geçti" dediler
Bana neden at dediler, anlayamadım…

Hani ölüm olmaz derlerdi karada
Hani bu kıza hiç değer biçilmezdi, pahada
Taş gibi anası dururken, orada
"Gümrükten mal kaçırır gibi", heyhat
Neden kızını aldım, anlayamadım….

Vedat DÜNDAR


*********************************************************************


08.12.2012


LÜTFEN OKUMAYIN/Vedat DÜNDAR
--------------------------------------------------------------------------------

  Ilık bir kış günüydü. Gemiler Foça’da bir tatbikatın yorgunluğundan dönerken bu ağır metallerin sularda çıkardığı hışırtı, sessizliğide, görkemli bir şekilde, alıp götürüyordu… Amiral gemisi en öndeydi.. Bunu gönderine çektiği kırmızı, siyah flama ile alenen belli ediyordu… Diğer gemilerin dizilişi de komutanlarının rütbe kıdemine göre sıralandırılmıştı….......
Her biri sanki tarihinden aldığı kostak bir edanın , sinsice , damarlarına enjekte ettiği , bülendi gururlarında süzülüyor gibiydiler…
  Limanda komutanlık makamında otururken bilmem kaçıncı defa, bu vuslatı seyretmenin hazzını, eskimeyen bir büyü ile yaşamaktaydım… Her bir gemideki hatıralarım, gemilerin görkeminden de büyük bir çıplaklıkla ve dün gibi taze, gözlerimde demleniyordu……….
  Oda kapımın tıklatılmasıyla hayallerimi silkeledim.. Recep onbaşı gel çağrımı beklemeden bembeyaz bir suratla dalıverdi odama, sadece "Komutanım” dediğini hatırlıyorum.. Bir de işaret parmağı vardı, kaldırdığı kolunun ucunda koridorun sonuna doğru kıvrılarak işaret eden.. Galiba ağlıyordu bunu yıllar sonra düşünsem de bir daha alenen gözlerimin önünde canlandıramadım….. O zaman, zaman yoktu.. Zaman önce Recep onbaşımda durmuştu, sonra bende hepten yokolup bitmişti.. Koridora doğru o parmağın işareti yönünde koştuğumu hatırlıyorum.. Birileri daha koşuyordu ama
hiçbirini görmedim bile aslında tam nereye koştuğumun farkında da değildim.. ”erat tuvaleti” demişti galiba böyle söylemişti onbaşım. Bir de çığlık gibi bir sesle Mustafa diye bağırmış mıydı, ben mi öyle algılamıştım, nasıl olmuştu?.. Bugün hala acımsı ve buruk bir kütle gibi boğazımın orta yerinde taşır dururum…..
  Tuvaletin kapısındaki feryatlı kalabalığı yıkarak açtığımda Mustafa oradaydı…. O benim Mustafa’m bu kez bana her baktığında olduğu gbi, gene gülümserdi gene o saygısını gamzesinin kıvrımına sıkıştırmışçasına güzeldi. Ah ! ne kadar güzeldi anlatamam. Ama o ip de neyin nesiydi, neden boğazında kravat gibi sıkılı duruyordu.. Hem neden o küçücük, belki de anacığının kıyamadığı, öpmelere kıyamadığı o minicik ayakları havada tutunamadan salınıyordu ki bunları anlayabilmeme imkan yoktu… O zaman ilk önce o ayakları bende öpmek istedim, birden onları koklamak o çıplak parmakları okşamak istedim ; bunlar ilk düşündüklerim oldu ama yapmadım.. Doğruca   Mustafa’mın gözlerine bakıyordum.. Bu kez o gözlerdeki eksiklik, ferin donukluğuyla hale gibi kuşaklanmıştı.. Boynu, gövdesinin bitiminde, Demlik gibi bir kayıklıkla ama kayıtsızlıkla sızmıştı…. Benim Mustafa’m hiç böyle
durmazdı… Benim tanıdığım Mustafa, bacaklarını tokat gibi
kalçalarına
vurarak koşardı………...Gel Dediğimde… Gel…………….. Ama biliyorum şimdi bağırsam da gelmiyecekti.. Biliyorum bu kez beni dinlemiyecekti… Beni bir daha hiç dinlemiyecekti… Mustafa’m………..
  Bu satırları yazarken ağlıyorum. Bu o zamanın derinliğinde sıkışan, gözyaşlarım, nasıl şimdi bir pınarın havzasında böyle biçimleşebiliyor ki.. Hani ”Beklenen şarkı” misali, beklenen gözyaşlarımdır bunlar, yıllar içinde…
Bir sevda masalıydı.. Verilmeyeceğine inanılan bir kızın ahına resmedilen
bir tatlı tebessümdü bu onun ki.. Öldüğünde o tebessüm gamzesinin kıvrımında sevdiceğini kucaklıyarak saklamıştı… Belki de bunu sadece ben biliyordum.. Biliyordum da ne yapmıştım koca bir yalandan başka………….
  Yıllar sonra Karadeniz Ereğli’de yavruağzı badanalı makam odamın penceresinden gene limana giren gemileri seyrederken… Komutanım odama girdi… Vedat dedi.. Vedat… Ben gidiyorum.. Amirale karşı beni idare et, ararsa bir şeyler uydur… Belki bütün gün olmuyabilirim dedi….. Öğrendimki çok sevdiği bir askeri sırf alevi olduğu için evlenmek istediği kızın ailesi tarafından reddedilmekteymiş.. Komutanım ,Tesadüf eseri , Ereğli’ye yakın köydeki bu aileyi bizzat ziyaret ederek ikna etme hevesinde ve heyecanında, çoçuk gibi, yerinde
duramıyordu………
  Beyaz uzun kollu resmi elbisesi, beyaz üniformalarıyla, silah teçhizatlı iki asker ve bir şoför topluca Askeri Jeepe doluştular…. Arkalarından el sallarken, sanki cepheye ulaşmak isteyen bir onuru da beraberlerinde sürüklüyor gibiydiler.. Sonra gitmişler… Dört kahramandı onlar… Sevdanın sunisini, alevisini tanımayan dört kahraman, cenke doğru, illegal bir yolculuğa çıkmışlardı………………….
  Köyde Başbakan gibi karşılanmışlar…. Beyaz ordu, beyaz gül gibi, köyün
meydanını dolduruvermiş…. Kahveci bile elinde servise unuttuğu çayla,
müşterilerin arasında koşuşturmuş, ağzı yarım açık ağızla…………………..
O ahır kokulu damı saçaklı evde üç saat oturmuşlar.. Silahlarını kucaklarına koymuşlar… Sözlerini dudaklarına…. Gözlerini yüreklerine koymuşlar yüreklerini arzularına… Koparıvermişler Necmettin’in bahtını, söküp almışlar.. Aile gık diyememiş.. Kendilerinin de bir alevi olmadığı kalmış…. Bütün köyün tümünden Alevi olmadığı kaldığı gibi…………………
  Şimdi bu satırları tek parmak bilgisayarın klavyesine yazarken.. AĞLIYORUM…… Çünkü o komutan, bendim !.. Kendi odama girerek sesli, sesli kendimle konuşup kendimi alıp, üniformasını giydiren, köye giderek silahla adeta basan, dört kişilik bir orduydum, ben ! Ama koparmıştım koparacağımı….. Koparmıştım…
Sonra teskeresini alacağı gün oturup helalleştik.. Bu kez o ağladı.. Gözyaşları boynuma sarılan yanaklarından, yanaklarıma doğru sıcacık aktı. Şimdi hangimiz daha çok ağlıyorduk belli değildi…. Hangimizin gözyaşları daha sıcaktı ve hangimizin yüreği ötekinde atıyordu. Birbirimize karışmıştık.
  Hangimiz komutandık yada hangimiz askerdik… Neydik , bilmiyorduk…….
Odamdan çıkarken, gözüm, ayaklarına takıldı… İri ayakları, kırkdört
numaraya sığmazcasına, heybetliydi…. Mustafa’mın öpülesi ayaklarından
ne kadar da farklıydı… Bugün belki onuda yaşatıyor olabilirdim…
  Mustafa imkansız sevdasını bana anlattığında, hani ünüformamı giyip
neden, neden, neden, neden binlerce neden…. Neden bir otobüse atlayıp
memleketine uçmadım.. Hiç bilmiyorum…… Neden sadece dinlemekle
kalarak bu cinayete ortak oldum bilemiyorum………………………..
  Necmettin’e bir vaad ezberlettim… Nedenini söylemedim.. O da sormadı..   Yaşamı boyunca, ricam üstüne. Hiç kravat takmıyacaktı... Bir daha hiç takmıyacaktı...


Vedat DÜNDAR



************************************************************************* 



04.12.2012

ara sıcaklar-19-

HANİ

Hani diyorum ,
"Kendi kendime
Gelin , güvey olsam" ben
Kendi kendime evlensem
Kendi kendime balayına çıksam
Kendi kendime girsem zifafa
Üstüne üstlük,
Kız oğlan kız....

Vedat DÜNDAR



HESAP
Gerdeğe dört kişi girdi
Biri oğlandı,
Diğerleri;
Kız oğlan kızdı.....

Vedat DÜNDAR


*************************************************************************



02.12.2012

İsa'nın Ölümü

Bağ bozumu zamanıydı ama toplanmadı üzümler
O gece tahtadan haçı şekilsizce diktiler toprağa
Sabaha kadar uğraştılar ama haç tutmuyordu
Altını daha çok oydular, oydular
Sanki haç değil nefretlerini dikiyorlardı
Nihayet toprağa kaynadı nefretleri
Artık onu bu nefretle çakacaklardı çırılçıplak
Sabah olsun diye beklediler,
O gece ölü doğan kuzuyu kesip yediler.......

İsa ölmeden birgün önce,
Harmandan arta kalan toprağa uzanıp göğe baktı
Gürültülü yağmurda, iç çamaşırına kadar ıslandı
Yakında bir kadın, adet bezini kundak yaptı, çocuğuna..
Sonra birdenbire dindi yağmur
Sönük yıldızlar badana olmuş gibi parladı
Acaba bağışlanacak kadar yıkanmış mıydı bu yağmurda,
Nerede hata yaptığını düşündü........

Her geçen an dinsizlerin nefreti büyüyordu
Bu karşı konulmaz bir sapkınlıktı
Bu öfkenin,ödenecek bir vergisiydi sanki.....

Sonra dağın tepesine doğru, kavuştu bulutlar
Akşamdan kalma bir yıldız duruyordu ayın çeperinde
Bağların çok olduğu yerde bir kulübesi vardı
İsa bu mehtapta oraya gitmak istedi
Ama yerinden kalkamadı;
Bekleyişi zahmetli bir endişeye dönüştü
Yorgun bir arayışla sustu gözleri,
Karanlığın köşesinden döküntü bir ışık buldu
Parlıyan küçük gölü farketti
Göle doğru yürürken, kıvamla tutuştu gene yağmur
Kırık bir taş attı suya,
Parmaklarıyla dokundu,
Oysa gölde aksi yoktu
Zoraki bir yel yaladı alnını
Issızlık heryere sinmişti
Özensizce yoğunlaştı sis karanlığın ardında.......

Onlar tam şafakla birlikte geldiler
Ellerinde hala yanan meşaleleri vardı
Geri kalanlar azgınca şevişmişlerdi gün boyu
Uykusuzdular ama çıldırasıya bağırıyorlardı
Salyaları çenelerinde kurumuştu!
Şarap düşkünü fahişeler önden koşuyordu.........

İsa yüzüne sürülen ışıkla uyandı
Bu daha şafağın ilk dakikalarıydı
Bacaklarına asılmış yorgunlukla kalktı
Şimdi yağmur sadece kımıldıyordu.
Badem bıyıkları, sakalıyla birlikte ıslanmıştı
Sanki heyecanları bayatlamış gibi mahzundu
Bedenini kabaca iterek döndü,
Önce sadece duydu,göremedi, sonra gördü
Sesler rüzgara sürünerek, gürültüyle geliyordu
Anlaşılmaz bağrışla ama anlaşılır niyetle koşuyorlardı
Sanki sayısızdılar lakin tek vucuttular
Fahişelerin tiz çığlıkları erkekleri bastırıyordu.......

İsa'yı kollarından tutarak sürüklediler
Sonra yaban kısrağını kamçılıyarak, peşisıra bağladılar
İliksiz sandaletleri ayaklarından fırladı
Kısrağı kovalarcasına koşturdular.
İsa'nın ayakları, taşlarla kesiliyordu
Şimdi kandan bir iz kalıyordu ardında
Kalabalıkta sanki bu kan izini takip eder gibiydi.......

Haçın yanındaki iskeleye çıkardılar onu
Vücudunu dengesizce yapıştırdılar haça
Önce ayakta kalması için avuçlarını çakacaklardı
Sivri uçlu demir yivler, birgün öncesinden hazırlanmıştı

Herbirinin üzerinde intikamdan kurumuş köpüklü
Tükürükleri vardı
Birinci yiv, sol avucunun ortasına girerken,Düşündü İsa
Tanrının oğlu bir mehdiye,bu mümkünmüydü ?
Acı duyabilecek olması, mümkün müydü ?
Uzaklara, sere serpe başak tutmuş ekinlere baktı
Bu zulmette tebessümle Meryem anasını düşündü
Bir an nekadar üşüyüp, titrediğini farketti
İlk yiv girerken önce acıyı hissetmedi
Kendini hazırlamıştı, o Tanrı'nın oğluydu
Ama birden delirmiş bir alev gibi yandı eli
Sanki bir insanın hissedebileceği acıdanda fazlasıydı bu
Kanı kollarından böğrüne doğru, sıcacık aktı
Sağ eli çakılırken artık bayılma raddesine gelmişti
Şimdi kendi kanında yüzüyor gibiydi
Parmak kemiklerinin, etlerinden ayrıldığını gördü
Elleri tahta haça adeta yapışmışçasına gerilmişti........

Ayakları çakılırken, artık büsbütün ırzına geçiliyormuş gibi hissetti
Hazırlıksız yakalanmış acısı, hayretinden çok daha büyüktü
Adeta bir şekilden, başka bir şekile dönüşüyor gibiydi
Baskın bir korku duydu gözlerinde,
Uzakta gördüğü başak tutmuş ekinler,
Alevlerle tutuşmuşçasına, kızıllaşmıştı
Artık bağıran çağıran o kalabalığı görmüyordu
Yeşile çalan bir maske gibiydi suratı
Şimdi bir anda yeniden yaratılmayı bekledi ama,
Ne uzakta,ne yakında, Tanrı'nın eli yoktu
Gerçekler öylesi bir pusu kurmuştu ona
Son tükürüğünü yutacak mecali dahi kalmamıştı..........

Birdenbire yağmaladı kendini, buzlaştı
Delice ağlayışını kimseler görmedi
Bir mehdiye bunlar olamaz diye düşünürken,
ÇÖLDE KALMIŞ, ŞAŞKIN BİR BEDEVİ GİBİ, ÖLÜME TUTUNUP,
GİTTİ !...




Vedat derki: Taassürler, herzaman, gerçeklerden daha büyüktür.
Çünkü onların sınırları yoktur.

Vedat Dündar




 



7 Aralık 2012 Cuma

 








30.11.2012

  Selam Sevgili Dostlar,

  Bu hafta sizlerle 26.Kasım.1926 tarihinde kurulan Alpullu Şeker Fabrikası ile ilgili anılarımı paylaşmak istiyorum..













Atatürk 26 Kasım 1926'da açılan Alpullu Şeker Fabrikası'nı gezdikten sonra


  Mersin’de iki buçuk ay kadar bulunduğum şu zaman zarfında , gemilerin limandan demir almış giderken öttürdükleri düdük sesini, çocukluğumda fabrikanın paydos saati geldiğinde çalan düdük sesine benzetiyorum . O ne ihtişamdı öyle… Sanki son sözü ben söylerim dermiş gibi. Müdürleriyle , memurlarıyla , işçileriyle , herkes fabrikanın düdük sesine göre hareket ederdi . O zamanlar insanlar sınıf farkı gözetmezlerdi , hem samimiyet hem saygı o kadar iç içeydi ki şaşarsınız . Sabah işe giderken de , akşam eve gelirken de hep muhabbet içinde görürdüm büyüklerimizi. Durup şakalaşmaları , kahkaha sesleri hala kulaklarımdadır .
O yıllarda fabrikamızda şeker üretimi çok fazlaydı. Kamyonlar dolusu pancar gelirdi civardan. Trakya’nın pancar rezervi bir hayli boldu , tarlalarda genellikle pancar ekilirdi . Kamyonlar fabrikanın önünden başlayıp taa Çiftlik mahallesine kadar kuyruk oluştururlardı.Biz çocuklar dökülen pancarları toplamak için kamyonların arkasından koştururduk . Erkekler işi iyice abartıp kamyonların arkasına tutunup çıkmaya çalışırlardı . Topladığımız pancarları eve götürüp annelerimize pişirttiriyor , sonra da hep birlikte toplanıp afiyetle bir güzel yiyorduk . Şekerin tadı bile başkaydı. Ne kadar kaliteli olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyorum . Evimize çuvalla şeker girerdi.Yediğimiz tatlıların , reçellerin haddi hesabı yoktu . Babacığım bize bol bol taşır , anneciğim de çeşit çeşit tatlılar yapardı . Nur içinde yatsınlar .

Pancarlar , fabrikada şekere dönüşüp posası ayrıldıktan yani küspe olduktan sonra vagonlarla tekrar kamyonlara yüklenir , büyük baş hayvanlara yem olarak kullanılmak üzere köylere götürülürdü . Küspe vagonlarının güzergahı bizim evimizin hemen önünden geçiyordu. Tabii biz çocuklar durur muyuz???

Bu sefer de vagonların arkasına takılır hatta
üzerine çıkar oradan küspenin tadına bakardık. Hatırladığım kadarıyla baya lezzetli bir tadı vardı , ya da bize öyle geliyordu. Hele o mis gibi kokusu burnumda tütüyor. Sıcak olmasına aldırmadan avuçladığımız küspeler Alpullu' nun o eşsiz güzelliğini bir kat daha arttırırdı . Bu kadar çok şeker yedikten sonra hemen oyun oynamaya koşar , akşam hava kararıncaya kadar eve girmek bilmezdik .

Artık hiçbir şeyin eskisi gibi tadı yok , ne şekerin ne de şekerin oluşması için yetiştirilen pancarın . Şimdilerde sevenlerimizin <neden bu kadar tatlısınız ??> diye sormalarına cevap olarak , < şekerin çok olduğu yerde büyüdük > diyorum .





  Bu kadar güzel bir çocukluk dönemi geçirdiğim canım Alpullumda ki hatıralarıma haftaya kaldığımız yerden devam etmek üzere şimdilik hoşçakalın diyorum sevgili dostlarım . Sizlerle beraber paylaştığımda anlam kazanan anılarımda buluşmak dileğiyle hepinize kucak dolusu sevgiler.

Dağlar Kızı Reyhan 





***********************************************************************



23.11.2012

  Merhaba Değerli Okuyucularım ,

  Son yıllarda babet ayakkabılar moda oldu ya…Biz, ilk ve orta okul öğrencisiyken yani altmış beş ila yetmiş beş yılları arasında giyiyorduk . O zaman da modaydı düşünebiliyor musunuz??
  Üzerinden kırk sene geçmiş , yine aynı şeyler sanki yeni bulunmuş gibi piyasaya sürülüyor. Bana göre MODA da Tarih gibi tekerrürden ibaret , insanlar ya unutuyorlar , ya eskilerden dinleyememiş olabilirler..
Eski resimlerden hatırlıyorum, ablamın ve arkadaşlarının ayaklarında babetleri çeşit çeşit , renk renk, fiyonklusu, tokalısı, çiçeklisi hepsi ayrı güzeldi…
  Streç pantolonlar, ayağın altından bantlı olanlar..Lasteks deniyordu onlara. Allah bin kere razı olsun çıkarandan , ne rahat etmiştik , genelde siyah , lacivert , kahve renkleri kullanılıyordu. Her genç kızın en az bir renkte lasteksi mutlaka vardı. Üzerine kolsuz, balıkçı yaka akordiyon bluzlar giyilirdi. Sizlere anlatırken hem hatırladığım hem de resimler de gördüğüm şekilde yazmaya özen gösteriyorum .



Sonra…
EPA topuklar hayatımıza girdi, aynı zaman da apartman topuk da deniliyordu adına. Dümdüz babetlerden sonra bu yüksek topuklarla yürümek zor olsa da insanı havalı gösteriyordu.


  Bunlarla beraber İspanyol paça pantolonlar maşallah kumaş sektörüne rekor kırdırdı . Bir paçasına iki kişi girebilecek genişlikteydi. Tabii bu kadar bol paçalarla yürümek de zor oluyordu haliyle. MODA işte her sene ne çıkarsak diye kafa yormak lazım. Modacılar uğraşsın dursunlar , zorlandıkları yerde de eskileri allayıp pullayıp tekrar çıkarsınlar öyle değil mi?







 

 
  Triko’yu sever misiniz?? Annem ve onun yaşın da ki hanımlar triko takımlar giyerlerdi. Elbiseler, bluzü ve hırkası olan ikili takımlar, bazen etekli,üçlü takımlar alınır ; günlere giderken yeni yeni giyilirdi. Annemin kahverengi triko takımını çok beğenirdim şu anda bile gözümün önünde.. Hanımlar çok şıktı o zamanlar…Tafta kumaşlardan bir elbiseler dikilirdi eski Amerikan filmlerinde ki artistlerin balolarda giydikleri kıyafetlere taş çıkartırdı vallahi…
  Biz KIZLAR tabiî ki mini moda olduğun dan beri , bir daha etekleri uzatmamaya yemin ettik. Ettik ama.. Yetmişler de bir ara midi ve maksi MODA oldu . İstemeyerek de olsa bir müddet giymek zorunda kaldık , gördüğünüz gibi geldiler ve gittiler…MİNİ hala burada bizlerden hiç ayrılmadı .

















İSKOÇ ETEK modası çok beğenildi. Ekoseli kumaştan , yanları püsküllü , kocaman çengelli iğnesiyle hepimizin gözdesi oldu . Dize kadar beyaz İskoç çoraplarımızla , üzerine de beyaz gömlek , elimiz de bir GAYDA’mız eksik .







  ALPULLU’nun hamarat hanımları hiç durur mu?? EL ÖRGÜSÜ onlardan sorulur, o ne zeka , o ne göz , modele bir kere baksınlar hemen örnek çıkartılırdı. Bir o kadar da yardım sever insanlardı Alpullu’nun insanları . Birbirlerine örneklerini verirler asla kıskançlık yapmazlardı.
  Ben örgü örmeyi kayınvalidemden öğrendim. Allah rahmet eylesin benim canım anneciğim çok fazla bilmezdi. Kalabalık bir aile olduğumuz ve de gelenimiz gidenimiz çok olduğu için örgüye vakit ayıramıyordu . Ama sevgisini de katarak pişirdiği yemeklerini değme aşçılar yapamazlar. Onun yemeğini yemeyen yoktur ,bugün bile hala konuşulur .
  MODA dan bahsediyordum ya… Nerelere gittim . Moda sadece dış görünüş demek değildir. Her sene yeni şeyler çıkar ,eskisi gider yenisi moda olur…Ama Fatma Türkan’ın (babam anneme böyle hitap ederdi) mamzanası , çoban salatası , kuru fasulyesi , lahana ve yaprak sarması , (sayamayacağım kadar çok ) kısaca , yemeklerinin modası hiç geçmez .Ondan öğrendiğimiz gibi aynen devam ettiriyoruz…
NUR İÇİNDE YAT FATMA TÜRKAN.

Dağlar Kızı Reyhan  





************************************************************************



16.11.2012


                                                             Merhabalar değerli dinleyicilerim ,
  Ben ORHAN BORAN… Ben YUKİ... sesleri hala kulaklarımda. Orhan abi ve Yuki’nin o tatlı sohbetleri evimizin içinde sanki aileden biri gibiydiler. Birbirlerine arada darılsalar bile hiç küs kalmazlardı. Çok iyi anlaşan iki dosttular. Radyo başında bizlere iyi vakit geçirtmek için her gün aynı saatte orada olurlardı.
27 Mayısta oğlumun düğün günü , taksiyle kuaförden ordu evine giderken trafik durdu. Ne oldu acaba diye merak ettik. Biraz ilerledikten sonra insan kalabalığıyla karşılaştık.Kameralar omuzlarında kameramanlar koşuşturuyorlar ; Bağdat caddesinde ki cami tıklım tıklım.. ‘’Herhalde ünlü birisinin cenazesi var.’’ dedi taksi şöförü. Kim olabilir , hiç duymadık. Sonradan öğrendik ki Orhan abimiz,dönülmez akşamın ufkuna doğru yelken açmış, vakit çok geç…Yuki yıllardır ona babalık yapan bu değerli insandan nasıl ayrılır… Kambersiz düğün olamayacağı gibi,Orhan abisiz Yuki de olmaz. İkisi de bizlere veda edip sonsuz yolculuklarına uğurlandılar. Nur içinde yat büyük usta….












  Çocuk saati sanatçıları. Sinemanın yanında bol bol tiyatro izlemişliğimiz de var. Fabrika sinema salonunda İstanbul’ dan gelen çocuk tiyatrocuların oynadığı oyunları beğeniyle izlerdik. Şimdilerde Papatyam dizisinde oynayan Nilgün Özhan’ı hiç unutmam mesela. Sinema ve tiyatro kültürünü bize kazandırdığı için Alpulu Şeker Fabrikası’na çok teşekkür ediyorum. Ulu önder ATATÜRK’ ümüz önderliğinde kurulan bu fabrikalar , insanların gelişiminde de önemli rol oynamışlar, medeniyete taşımışlardır.
  Teknoloji ilerledikçe ne sohbet ne fasıl ne komşuluk ne yardımlaşma hak getire! Günümüzde maşallah televizyon, dvd, ps, hatta telefonlar bunların yerini almış, tut tutabilirsen… Daha neler çıkacak bakalım, hep birlikte göreceğiz. Bizler radyoyla büyüdük. Radyo çocuklarıyız vesselam. O yüzden kulağımız iyidir. Hepimizin evinde mutlaka radyo bulunurdu. Dışı ahşap, genellikle ceviz ağacından, önü perdeli, düğmeleri afili, tozunu alırken bile kibar davranmaya özen gösterdiğimiz, aman bir yerine bir şey olmasın, çizilmesin diye tembihlendiğimiz o çok değerli radyomuz.

 
Eee zamanının en önemli iletişim aracıydı. Haberleri ondan öğrenir, dünyada ne olup bitiyor, hava nasıl olacak yağmur var mı??? Maçlar; ahhh benim pazarlarımın baş belası maçlar! Evde bütün gün maç dinlenirdi. Maşallah evde beş tane abi olunca başka şansım var mı??? Ne kadar haz etmesem de kulak misafirliğinden bütün maç terimlerini iyi bilirdim. Sporcuları bile iyi tanıyordum; Lefter, Metin Oktay, Selim Soydan… İyi futbol oynuyor olmam da gerekirdi ona bakarsanız ama çok narin yapılı bir kızdım. Bana hiç uymazdı.






Arkası Yarın’ı sabırsızlıkla bekler nasıl merak ederdik. Hayal gücümüz o zamanlardan oldukça gelişti. Bu konuda oldukça iddialıyım. Tiyatrocuların sadece seslerini bilir, kendilerini tanımazdık ama ne seslerdi onlar. Gerçekten yaşanıyor zannederdik. Türk sanat müziği, Beraber ve solo şarkılar, Emel Sayın, Gönül Yazar, Gönül Akkor, Yaşar Özel, Şükran Ay ve daha niceleri…Ayrıca bizi anlatan türkülerimizle Türküler Geçidi; Ömer Şan, Arif Şentürk ve daha nice türkücülerimiz. Hepsi dışı ahşap kaplı, önü perdeli, afili düğmeleriyle evimizin baş köşesinde, yıllarca bizlere hizmet etmiş radyomuzda bizlerle birlikteydiler. Arada yaramazlık yapan çocuğun başına ‘’pat ‘’diye vuran büyükler gibi, ses gelmediğinde çalışmıyor zannedip, sana vurduğumuz için bizi affet.
Dedim ya, bizler radyo çocuğuyuz. Hala evde olmasam bile hep açık olan benim kadim dostum radyom, hala güzelliğini kalbimde taşıyorum.
       
 
Dağlar Kızı Reyhan




*********************************************************************



09.11.2012

  Siz ; Değerli Okuyucularım ,

  Bu hafta Cuma günü akşam 20.00 de Alpullu Şeker Fabrikası Gazinosunda baloya davetlisiniz. Teşriflerinizi bekliyorum. Elinizi tutup beraberce savrulmayı ne kadar çok istesem de bu seferlik, yüzümde memnuniyetim, elinizi sıkmak, hoş geldiniz demek için kapıda sizleri karşılıyor olacağım.
  Alpullu’ya geldiğinizde Koloni kapıdan Teliçine gireceksiniz. Sağlı sollu birçok şirin evlerin olduğu, kavak ağaçlarının refakat ettiği, biraz yokuşlu ama insanı zorlamayan uzun bir yolu çıkacaksınız. Daha sonra çam ağaçları da manzaraya iştirak edecekler. Zambaklar, sümbüller, renk renk laleler, hele güzellikten sabıkalı mor menekşeler suçlu suçlu bakarak insanın aklını başından alıyor. Her yer yemyeşil çimen.


  Gazinoya yaklaştıkça o mis gibi havaya karışan yemek kokuları; zeytinyağlı biber dolmaları, yaprak sarmaları ,sarımsaklı yoğurtlu karışık kızartmalar zannedersin ki üzerine kar yağmış Toros Dağları kalkmış, ta buralara gelmiş, masalarda baş köşeye kurulmuş. ‘’Kabaramazsın kel Fatma, annen güzel, sen çirkin!’’ deyip, kızdırdığımızda nerdeyse hacminin iki-üç katına kadar kabaran, yılbaşı sofralarının baş yemeği, değerli ve de çok sevimli hindi gibi kızarmış talaş böreği. Vazgeçilmez çoban salata kanbersiz düğün olmadığı gibi. Sigara börekleri sıraya dizilmiş bile. Şimdilerde insanlarda bile mevcut olmayan sıra mevhumu sigara böreklerinde her zaman gayet nizami olmuştur. Daha neler neler…
  Buram buram kokan ızgaralar , insanı baştan çıkaran bir edayla sanki plajda güneşlenen güzeller gibi biraz arkamı, biraz önümü döndüreyim, iyi kızarayım der gibi ızgaranın üzerinde çevrilip duruyor. Tabi buna can mı dayanır. Hepsinin bir araya gelerek havaya yaydığı kokuyu koklayarak gazinoya yaklaştığınızı anlayabilirsiniz. Buna kulağa çok hoş gelen müzik sesi de eşlik etmeye başlayınca doğru yoldasınız demektir. Biraz yokuş inip sola dönünce gazino karşınıza çıkıyor. Hayatınızda bu kadar etkileyici ve

büyüleyici bir yer görmemişsinizdir. Titanic filmini izlediyseniz, hani Leonardo Di Caprio'nun aşağı bölümden yukarıya, zenginlerin olduğu balo salonuna gelişini gösterdiği sahnedeki büyüleyici etkiyi yaşabilirsiniz. Hele merdivenlerden inerken kendinizi prens ya da prenses zannedebilirsiniz.
Rahmetli Ahmet Amca sanatkar adamdı. Balo ve düğünlerde salon süslemelerini yapardı. Gerçekten işinin ehliydi. Gazino , onun elleriyle hazırlayıp süslediği harika bir mekan olmuştur her zaman .


Zengin çeşitlerle donatılmış bembeyaz örtülü masalar, şıkır şıkır parlayan tabaklar ve bardaklarla tamamlanmış, misafirlerini bekleyen ev sahibi gibi tam tekmil hazır vaziyette.

  Efsane gazinomuzun efsane orkestrası kendilerine ayrılan bölümde Türk hafif müziği çalıyorlar. Saksafonda Kemal, akordionda Ahmet, trompette Hüseyin, piyano ve kemanda Yılmaz ve bateride ismini hatırlayamadığım değerli müzisyen abimiz.Tango, vals ve twist o yılların vazgeçilmez danslarıydı. Sonraları rock’n roll modası takip etti. Bayanlar; tafta kumaştan renk renk çiçekli ,etekleri oldukça kabarık elbiseleriyle ; dans ettikçe ahenkle sallanan görüntüleriyle çok hoştular. Baylar hem centilmen hem de samimiydiler. Komşu masalarda insanlar birbiriyle sohbete dalarlar, arada bir de şakalaşırlardı. Ömrüm boyunca böyle dostlukları bir daha hiçbir yerde göremedim.
Çocukları evde bırakmak yoktu , ailece hep birlikte gidilirdi balolara . Biz çocuklar en güzel kıyafetlerimizle en güzel ayakkabılarımızı giyer ailelerimizin yanında yerimizi alır, çok eğlenceli bir akşam geçirirdik . Kabarık , etekleri minik incilerle süslenmiş beyaz elbisemle , ayağımda kırmızı rugan babet ayakkabılarımla , onbir yaşımda güzel ve en sevimli halimle siz değerli
misafirlerimi karşılıyorum…
HOŞ GELDİNİZ…ŞEREF VERDİNİZ…HEPİNİZE İYİ EĞLENCELER DİLİYORUM..

Dağlar Kızı Reyhan