hayata dair her şey..

hayata dair her şey..


23 Ocak 2013 Çarşamba

Nostalji Rüzgarı


14.01.2013

     Alpullu’ nun havasından mıdır, suyundan mıdır bilinmez; içinde yaşayan insanlar bir insancıl, bir sıcak kanlıdır ki... Sadece onunla kalsa, saygılıdır en başta ve yardım severdir… Dosttur; yıllar... yıllar geçmiş olsa üzerinden, göremesen birbirini senelerce, bulduğunda bir gün karşında kaldığı yerden devam eder dostluk hiç ayrılmamış gibi…
     Ukalalık gibi olmasın, sakın yanlış anlamasın orada yaşamak kısmet olmamış kişiler, öğünmek gibi de değil bu biraz "yiğidi öldür ama hakkını ver" denir ya onun gibi bir şey işte.. İnsanlıkta madalya yerine, unvan dağıtılıyor olsa Ordinaryüs Profesörlük hakkımızdır yani..

    Ailenin ilk iki erkek çocukları Timur ve Doğan, Fabrikanın gazinosunda toplu olarak yapılan sünnet düğünüyle erkekliğe ilk adımı atmış oldular.. Fato, yıllar sonra anlatırken bile göz yaşlarını tutamıyordu.. Onun için evlatları çok değerliydi.. Torun torba sahibi olduklarında bile, üzülmelerine dayanamazdı.. Oğullarının sünnet olduğu haberi gelene kadar "neler çektim" derdi.. Erkek evlat sahibi olup, sünnetini yaptırdığımızda onu çok iyi anladım. Tabii ben o anları sadece anlatılanlardan biliyorum.. Ailede en küçük olmak hem iyi, el bebek gül bebek el üstünde tutuluyorsunuz.. Hem de bütün bunları göremediğim, kaçırdığım için kötü..











 



















    Gencecik bir delikanlıydı Ali.. Tarlalarda çalışırken kendi kendine verdiği sözü tutmuştu.. Yetimliği, yalnızlığı çok acımasızca tattırmıştı kader ona, ama sonra güldürecekti yüzünü sözünde durup armağanlarını göndererek.. Kocaman bir ailesi olmuştu.. Saray’ın iki odalı, küçücük lojmanına sığdırmıştı hayallerini.. Her birinin arasında bir buçuk ya da iki yaş vardı.. Büyükçe bir tencerede mama yapardı Fato.. En küçüğüne yapacak olsa yetmezdi, kaşığını alan gelirdi tencerenin başına hepsi yemek isterdi çünkü... 
    Altı çocuğa bakmak kolay değildi.. Onları doyurmak, giydirmek özveri isterdi... Otuz yıllık memuriyet hayatında, hiç izin kullanmamıştı Ali.. Çalışkanlığına hayran olmamak elde değildi… İstemekle kalmadı, canla başla çalışıp onlara çok da güzel baktı…
    Ben… Saray' da doğma şerefine nail olamadım maalesef.. İçimde mahrumiyetini hep taşıdım.. Daha sonraki yıllarda canımdan çok sevdiğim insanların evlerinde kalmışlığım çok olmuştur. Ali, Fato ve altı çocuğu tel içinde lojman verildikten sonra oradaki eve yerleştiler.. Burası da çok büyük değildi, iki odalıydı yine ama mutfağı oda sayılacak kadar büyükçeydi.. En azından oturulacak bir divan ve masa konulabilirdi.. Her zaman şükreden insanlardı ikisi de "bunu bulamayanlar var" derlerdi, kendilerini şanslı görüp..
    Yeni lojmanda bu kalabalık aileye yeni bir can daha geliyor haberi çok mutlu etmişti hepsini.. Beş oğlana karşı bir kız olan Ruhan, kendisine bir kız kardeş vermesi için çok dua etmişti Yaradana.. 
    Şimdiki gibi ultrason falan yok. Merakla beklenir, hamileye göz ultrasonuyla bakılır; karın önde sivriyse erkek, kalçaya doğru genişlemişse kız olacağı kesindi… Haaa birde hamileden habersiz oturacağı yere minderin altına makas ve bıçak konur; hangisinin üzerine oturursa muhakkak çıkar yanılma payı hiç yok.. Hani kızlara terzilik yakıştırılır, makası onun için koyarlar; bıçak da erkek işidir diye…
    Aylar su gibi akıp geçmişti.. Çok soğuk olurdu  kışlar o zamanlar. Diz boyu kardı her yer. Ocak ayının on dördü, pazartesi sabahı Tolga ailesinin yedinci çocuğu kız olarak dünyaya geldi… Aileye bu soğuk kış gününde yeni katılan minik kız çocuğuna, onları çok seven teyze kızlarının isteği üzerine Reyhan adını koyarlar.. Hem Ruhan’a da uysun diye… Dağlarda yetişen, mis kokulu, bin bir derde deva Reyhan çiçeği gibi gönüllere dolsun istemişler.. 
     O minik kız çocuğunun bugün doğum günü.. Elli yedinci yaşın kutlu olsun.. Dağlar Kızı REYHAN..

Bir daha gelsem dünyaya.. Sorsalar bana ne istersin diye.. Yine bu ailenin en küçüğü.. Yine kardeşlerimin tekne kazıntısı olmak isterim.. Bundan daha güzel ne isteyebilirim ki.. Dağlar kızına en güzel doğumgünü hediyesi böyle bir aileye sahip olmaktır.. Teşekkürlerimi sunuyorum Yüce Rabbime..
     



******************************************************************
















07.01.2013

   Alpullu’ nun efsaneleşmiş yapılarından sadece biridir SARAY.. Tren istasyonu, Mimar Sinan' ın yaptığı Sinanlı Köprüsü gibi SARAY da Osmanlı' dan kalma bir yapıdır. İlk önce askeri kışla olarak yapılan, daha sonra lojman olarak kullanılmaya başlanan, yıllarca bir çok aileye ev sahipliği yapmış; üç katlı, otuz sekiz haneden oluşan büyük ve çok şirin bir binadır.

   İlk okuldayken resim dersinde en çok onu çizmeyi severdim, defteri haşmetiyle doldururdu. Bir sürü penceresiyle diğer evlerden farklılık kazandıran bir havası, bir cakası vardı. İçinde cıvıl cıvıl çocuk seslerinin çınladığı uzun koridorları, tırabzanından kayarak inildiği geniş merdivenleri, ortak kullanılan hamam kıvamında banyolarıyla, yaşayanların gözünde adeta devleşmiştir.
   Ne Buckingham Sarayı, ne Taj Mahal, ne de Kanuni Sultan Süleyman’ ın dillere destan Topkapı Sarayı. Hepsi O’ nun yanında sönük kalır… İçinde büyüttüğü kraliçelerin, kralların, penslerin, prenseslerin eline su dökemez gelse Kraliçe ELİZABETH ….
    Ali ve Fatosu saraydaki lojmana yerleşmişlerdi.. Çocuklarını burada daha rahat bir şekilde büyütebilecekleri için seviniyorlardı, lojman kaloriferliydi çünkü.. Hem odun kömür derdinden kurtulmuşlardı hem de masraflar azalmıştı. İki erkek çocuklarından sonra ailenin ilk kızı, adını teyzesinin koyduğu Ruhan katıldı aralarına.. 
Güzelliği ve karakteri ile gerçekten saraylara layık bir evlattı, her zaman ailesini koruyucu kişiliğiyle örnek bir kardeş, abla olacaktı .  


Yetim Ali.. Daha küçük bir çocukken söz vermişti kendi kendine.. Yalnızlığını, acılarını unutturacak kocaman bir aileye sahip olmayı hayal etti… Allah' tan çok çocuğu olmasını diledi, onun bu isteğini geri çevirmemişti kurban olduğu yaradanı.. Fahri, Bahri ve Atilla’ nın arka arkaya doğumuyla iyice büyümüştü ailesi.. Fahri çok sakin sessiz bir yapıya sahipti…
Ali’ nin Alpullu’ ya gelip fabrikada işe başlamasına vesile olan Abdullah (Alpüstün) agası ve hanımı Hasibe hanım teyze, Fahri’ yi kendi evlatları gibi çok severlerdi. Fahri de onlara çok düşkündü ve hep onları ister, onlara kaçar giderdi… Annem, onun için “bize hiç sokulmaz, sanki üvey evladımız.. Hep onları ister” derdi. Bahri biraz yaramazdı… Yine Abdullah agaların evinde emekleyerek mutfağa gitmiş… Yerdeki elektrik ocağının üzerinde kaynayan su güğümünün devrilmesiyle çok kötü bir şekilde yanmıştı. Kolunda izlerini hala taşıyor…
  

  











 














Ali’ nin çok sevdiği arkadaşının ismini verdiği en küçük oğlu Atilla.. Çok sevimli topaç gibi bir çocuktu, ileride hepsi yakışıklı birer delikanlı olacaklardı... Henüz tek kız olan Ruhan; ceplerini daima doldurduğu etekleriyle beş oğlanın içinde bir çiçekti… Bir örnek giyimli oğlanların her zaman tertemiz olmalarına özen gösterirdi FATO…. Beni merak ediyorsanız haftaya doğumumda buluşalım sevgili dostlarım…


Dağlar Kızı Reyhan



*********************************************************************
















28.12.2012

    Yetim Ali’ yi zorlu bir hayat bekliyordu. Babaannesi onun her şeyi idi. O öldükten sonra kendini bu dünyada yapayalnız, çaresiz hissediyordu. Amcası, yengesi ve Abdullah ağabeyi ile köydeki hayatına devam etti. Tarlalarda, bostanlarda çalıştı. Tarlada çalışmak zordu.. Yorucuydu.. Acıktıklarında, evde mayalayıp pişirdikleri ekmeklerini sirkeli suya doğrayıp yiyorlardı.. Çok lezzetli olmuyordu tabii ama bir nebze olsun midelerini susturabiliyorlardı...
    Ali genç, yakışıklı bir delikanlı olmuştu.. Güçlü kuvvetliydi de, çalışmaktan gocunmaz, sabah ezanından akşam hava kararana kadar tarla sürerdi. Yine bir gün işe ara verip karnını doyurmaya hazırlanırken birden acıyla bağırmaya başladı... Ayağına paslı bir çivi batmıştı... 
    Ayağına çivi batması sonucu tetanos olmuş, ateşler içinde günlerce ölümle pençeleşmişti. "Kurtulamaz bu çocuk" gözüyle bakmışlardı Ali’ ye. "Öldürmeyen Allah öldürmez" sözü bir kez daha doğru çıkmıştı, onun bu hastalığı yenmesiyle. Doktorun bile hayretler içinde "Bünyen çok kuvvetliymiş, mikrobu yendin" sözü hala kulaklarındaydı Ali’ nin.
    Kader O’ nu sevdiklerinden ayırmış ama hayata güçlü bakmayı öğretmişti. Çalışkandı. Tuttuğunu koparan, girişken, yardımsever bir yapıya sahipti. Küçük yaşta başlamıştı sigara içmeye. Otuz yaşına kadar içmiş, bir arkadaşıyla girdiği iddia sonucunda bırakmıştı tek dostu bildiği sigarayı. Bırakmıştı bırakmasına ama yaşamı boyunca kronik bronşitli biri olarak yanında taşıyacaktı verdiği zararları. Biz çocuklarına bazen kızacak "Ben zararını çok gördüm, içtiğinizi görürsem burnunuza sokarım" diyecek kadar nefret edecekti sigaradan. O zamanlar karışmasına kızıyorduk. Gençlik hevesiyle iyi bir şey yapıyoruz zannedip, aslında kendi tecrübesiyle ve gördüğü zararıyla bizlerin de aynı kötülüklere maruz kalmamamız için yaptığını anlayamadık.
    Gururlanarak anlatırdı ikinci sefer askerlik yapmasını.  İlkinde iki yıl, sonrakinde iki yıl olmak üzere toplam dört yıl vatana hizmet etmişti. O yıllarda çok ihtiyaç vardı. Asker yoktu. Ordunun toparlanması için asker açığını böyle kapatabiliyorlardı. İkinci gidişinde şoförlüğü öğrenmiş, ehliyetini almış, ileride mesleği olacak bir altın bilezik takmıştı koluna. Köye döndüğünde geri kalan yakınları onu baş göz etmeye çalışmışlar, ta ki Fato’suyla karşılaşana kadar, hayatına bekar olarak devam etmişti Ali. Uzaktan akrabası olan Abdullah ALPÜSTÜN daha önceden Alpulu Şeker Fabrikasında çalışmaya başlamış, Ali’nin de şoför olarak işe alınmasına yardımcı olmuştu. Onun bu iyiliğini hiç unutmayan Ali, minnetini her zaman belli etmiş, Abdullah ALPÜSTÜN’ e son nefesine dek yardımlarını esirgememişti.
    Vefa borcunu bizlere de aşılamış, her zaman yardımsever olmayı, büyüklere saygılı davranmayı, yemeğini paylaşmayı öğretmişti. Öldükten sonra sadece mal mülk bırakılmaz geriye, esas miras bu öğrendiğimiz güzel vasıflardır. Diğerlerini bir gecede kaybedebilirsin ama güzel huyu nesiller boyu devam ettirebilirsin. Yetim Ali’ nin öğrettiği değerleri şimdi ben de çocuklarıma öğretiyorum. Yıllar sonra yetim Ali ve Fatosu köydeki bütün haklarından vazgeçecek, hiç birini almayacaklardı. Tok gözlü olmak böyle bir şey işte. Onların zenginlikleri gönülleriydi. Öldüklerinde çok zengin olarak götürdüler yüreklerini, eş-dost, arkadaş, iyilik, güler yüz tabutlarından taşıyordu adeta. Yetim Ali ile anısı olmayan, Fato’ nun yemeğini yemeyen yoktur hemen hemen.
    Aklıma bizlere anlattığı bir anısı geldi hemencecik. Fabrikanın garajında arabayı tamir ederken bir arkadaşı geliyor paraya sıkışmış, istediği miktar kadarmış Ali’ nin parası ama hiç düşünmeden vermiş. Arkadaşı gittikten sonra arabanın altına inmiş işine devam etmek için, bir bakmış verdiği para kadar yerde duruyor ne bir eksik ne bir fazla. Allah’ ın büyüklüğüne bir kez daha gözleriyle şahit olmuş. Daha sonra arkadaşı borcunu vermeye geldiğinde ona da anlatmış, arkadaşı çok duygulanmış ağlayarak “sen beni boş çevirmedin, Allah' da seni mağdur etmedi” diyerek sarılmışlar birbirlerine… Dostluklar böyleydi, kolay kazanılıp bozuk para gibi harcanmıyordu Ali’ nin zamanında.
Ali Fato’ suyla evlenip Çiftlik köyden Alpullu’ ya geldiğinde Samafor mahallesinde, bakkal nenenin tek göz odalı rezidansında oturmaya başlamışlardı. Bakkal nene pazarda incik boncuk satarak bu tek göz odalı evleri yapıp kiraya veriyordu. Fabrikada çalışmaya başlayan yeni evli çiftler bu tek göz odalarda yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Ali ve Fatosu , hiç bilmediği yiğit babasının adını koyacağı ilk çocukları Demir Timur, arkasından da ikinci oğlu Doğan’a sahip olmuşlar, aynı şartlarda yaşayan komşularıyla güzel dostluklar kurmuşlar, köy hayatından sonra kasabada ki yeni yaşama ayak uydurmaya çalışmışlardı. Fato' nun en sevdiği şarkı.. Kara kaşlı Ali' sine hitabettiği "ALİŞİMİN KAŞLARI KARE SEN AÇTIN SİNEME YARE" yıllarca dilinden, gönlünden düşmeyecekti... 



    Üç dört sene sonra fabrika lojmanı olarak efsaneleşmiş SARAY adlı binaya taşınacaklar, çok özel dostlarla çok güzel anılara sahip olacaklardı. Alpullu Şeker Fabrikasında çalışıp Saray da oturmayan yoktur, herkesin yolu mutlaka oradan geçer.
Haftaya saray anılarımızda buluşmak dileğiyle hoşça kalın sevgili dostlarım….

           

Dağlar  Kızı  Reyhan



*******************************************************************





  






 



21.12.2012

    Ali’ nin bütün ailesi dedesi, babaannesi, amcası, yengesi ve onun gibi yetim kalmış Abdullah ağabeyiydi.
    Mübadele gereği ülkelerine gönderilen Yunanlılardan boşalan evlere muhacırları yerleştiriyorlardı. Manisa bölgesinde gösterilen yeri istememişler, daha önce gelen tanıdıkları Trakya Bölgesine yerleştikleri için onların yanına gitmeyi tercih etmişlerdi. Akılları hala geride bıraktıkları yerlerinde yurtlarındaydı. Hiç olmazsa tanıdıkları insanların yanında olacaklar, yüreklerini dağlayan acılarını paylaşıp, belki bir nebze azaltacaklardı. Öyle de oldu. Tanıdıkları onlara kucak açtı. Trakya yakındı Selanik’e. Belki tekrar dönebiliriz umuduyla gelmişlerdi aslında buraya.Hep içlerinde kalacaktı hevesleri, bir daha asla geriye dönemeyeceklerdi. 

   











Akrabalarının da yardımıyla sonradan çok sevecekleri küçük ve sevimli bir köy olan Seyitler’e (şimdiki adı Çiftlikköy) yerleşmişlerdi. Devletin verdiği tarlalarda var güçleriyle durmadan çalışmaya başlamışlar, biraz da büyük ve küçükbaş hayvan edinmişlerdi. Kadın-erkek hep birlikte canla başla tarla sürüyor, çapalıyor, ekin ekiyorlardı.
   
    Babaanneleri Ali’ ye ve amcasının oğlu Abdullah’a hem analık hem babalık yapmış, yetim olmalarını onlara hiç hissettirmemeye çalışmış, geceleri koynunda yatırmış, bıkmadan usanmadan analarının ne kadar güzel, babalarının ne kadar yiğit olduğunu anlatarak uyutmuştu. Sadece onlara değil diğer insanlara da ilaçlar yapar, dertlerine derman, yaralarına merhem olurmuş bu kocaman yürekli kadın. Sadece kendi derdine çare bulamamış. Ölümü Ali’ yi bir kez daha yetim koymuş bu koca dünyada. Küçük bir çocuktan, büyük bir adam olmayı öğretmiş kader. Onu bize her anlatışında hayran olurdum bir kez daha.
    Seyitler tren istasyonunda toplanan köylüler dumanı tüte tüte gelen treni görünce heyecandan yerlerinde duramaz oldular. Yetim Ali, şaşkın şaşkın olan biteni anlamaya çalışırken, ‘Te işte orda! Göründü, bakın bakın!!!’ sesleri çoğalmaya başlamıştı bile…Tren durmayacaktı. Yalnızca yavaşladı. O’nun yüzünü biraz da olsa görebilmek için neler
vermezlerdi. O deniz mavisi gözleri, insanın içine bir ok gibi saplanan delici bakışları ile ezilmiş, katledilmiş, yerlerinden yurtlarından atılmaya çalışılmış yüce Türk halkına zafer kazandırmanın gururu ve yüzünde o eşsiz tebessümüyle görünmüştü Mustafa Kemal ATATÜRK.









   











Kara trenin camından selamlıyordu gavura ezdirmediği, çalışkan, zeki milletini. Treni durdurup konuşmak isterdi elbet halkıyla ama O’nu görebilmek için saatlerce ayakta bekleyen daha bir çok insan vardı başka istasyonlarda. Görmüştü ya Ali Ata’sını, el sallamıştı ya… Büyüklerinin gözünde gördüğü yaşların aynısı, onun gri mavi gözlerinden de süzülüyordu yanağına hıçkırıklarının eşliğinde, uzaklaşırken dumanını savurarak tren düdüğünü öttürdü acı acı…
    O’nun deyişiyle ‘Hiç unutmam’ derdi, ‘cemalini’ . Çocukların hafızalarında yer etmiş ender resimler vardır. Yetim Ali’nin de gözünün önünden hiç gitmeyen resimdir; Atatürk’ün trenle geçerken camdan halkını selamlayışı. Ali yıllar sonra 10 Kasım 1938’de, saat 9’u 5 geçe bir kez daha yetim kalacaktı; ‘Benim nacizane vücudum elbet bir gün toprak olacaktır fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.’ diyen Atatürk’ün ölümüyle.



Dağlar Kızı REYHAN



*******************************************************************
















14.12.2012

    1912 yılı Balkan Harbi’nin sonuydu. Selanik’in Doyran Kasabası’nda o yıllarda doğmuş bir çok şanssız çocuk gibi gözlerini savaşa açmıştı. Savaşın acı izlerini ömrü boyunca yüreğinde taşıyacağını bilmiyordu.


O daha doğmadan önce babası ve iki amcası gönüllü olarak savaşa katılmışlardı. Balkanlar’daki Türkleri istemiyor, evlerini barklarını bırakıp gitmeleri için işkenceler yapıyor, her türlü eziyeti reva görüyorlardı.













   

    Babası ve iki amcası esir düşmüş götürülürken, bir amcası arkada kalarak kaçmayı başarmış fakat ne yazık ki babası ve diğer amcası haince kurşuna dizilmişlerdi. Kaçmayı başaran amcası bir şekilde köyüne , ailesinin yanına dönebilmişti. Geriye dönemeyenlerin akıbetinin ne olduğu ise ortadaydı. Babası öldürüldüğünde annesi ona hamileydi.
Dedesi ve babaannesi güngörmüş geçirmiş insanlardı. Varlıklı sayılırlardı.
Hayvanları, tarla, bağ bahçeleri iyiceydi. Fakat savaş başladığında ne huzurları kalmıştı ne de iş görecek güçleri, moralleri. Bir de üstüne üstlük yitirdikleri, canlarından çok sevdikleri evlatlarının acıları kavuruyordu içlerini. Karınlarında babasız dünyaya getirecekleri bebelerinin sevincini yaşayamayan gencecik, ay parçası gibi güzel gelinler, içlerinde yaşadıkları fırtınaları yağmur gibi biriktirip, gece olupda yatağa yattıklarında gözyaşlarının sele dönüşünü engelleyemiyorlardı. Gizli gizli konuşur olmuşlardı şehit düşmüş yiğitleriyle. Benzer günler geceler birbirini kovalarken iki yiğidin de nur topu gibi iki erkek evlatları dünyaya geldi. Biri Abdullah diğeri Ali…

Demir’den olma, Pembe’den doğma Ali… Garibim Ali, kader bir kere vurmaya gördü mü bir daha peşini bırakmaz oldu. Güzeller güzeli anası da babasının üzüntüsüne dayanamamış, bırakıp gitmişti onu istemeyerek dünyada bir başına. Altı aylık bebekken babaannesinin kollarında uğurlamıştı anacığını da son yolculuğuna. Annesinden aldığı gri-mavi gözleri hiddetli bakacaktı bundan sonra dünyaya.
    Bundan sonra onu büyütecek olan babaannesinin göğsünden Allah tarafından süt gelmiş, yetim Ali’yi emzirmiş, el üstünde tutup sırtında gezdirmişti. Zorluklarla geçen çocukluğu, Osmanlı 1915'te 1. Dünya Savaşı’na girdikten sonra İzmir’e ilk gelişlerine kadar Doyran’da devam etti.











Küçük olduğu için o yılları hatırlayamıyordu. Savaş sona erdikten sonra 1918-1919’da tekrar Selanik’e geri döndüler. Köylerine bir daha hiç gidemediler. Mübadele zamanı 1923’ten sonra Lozan Antlaşması gereği Türkiye’deki Yunanlılarla, oradaki Türklerin yer değiştirmesine karar verilene kadar Selanik’te yaşadılar. 1923’ten sonra İzmir’e ikinci kez gelişinde on yaşındaydı Ali.

    Gemilerle gelmişlerdi. Artık güvende olacaklardı ;  Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet kokan bu güzel vatanda. Gri-mavi gözleri umutla bakıyordu. Yunanın denize dökülüşüne tanıklık edecek, yıllar sonra çocuklarına gururla anlatacaktı. 1934’te soyadı kanunu kabul edildikten beş ay sonra, Mustafa Kemal’e ATATÜRK soyadı verildi. Daha sonraları Tolga soyadını alan yetim Ali, benim canım babam, Ali TOLGA’dır. Her anlattığında ağlayarak dinlediğim anılarını yazarken de gözyaşlarımı tutamadım babacığım.

Dağlar Kızı Reyhan



*************************************************************************


07.12.2012

  Selam Sevgili Dostlar..

  Geçen hafta sizlere Alpullu Şeker Fabrikasının pancar rezervinin ne kadar çok olduğundan , kamyonların metrelerce kuyruk oluşturduğundan bahsetmiştim hatırlarsanız.
  İlkokul öğrencisiydim hiç unutmuyorum, öğretmenimiz bütün sınıfı fabrikayı gezdirmeye götüreceğini söylemişti. Hepimiz çok sevinmiştik. O zamana kadar fabrikanın içini , nasıl çalıştığını , pancarların nasıl şekere dönüştüğünü görmemiştim. Safinaz öğretmenimiz bütün sınıfı sıraya dizdi ve büyük bir nizam içinde fabrikaya kadar yürüdük. Yol boyunca orada nasıl davranmamız gerektiğini , anlatılanları iyi dinlememizi , daha sonra soru soracağını söyledi. 
  Hepimiz çok heyecanlıydık. Fabrikaya öyle elini kolunu sallayarak istediğin zaman girip gezemezdin. Öğretmenimiz telefon edip izin almıştı. Giriş kapısında bir görevli karşıladı bizi. Kim bilir kaçıncı kez fabrikayı gezdirecek ve anlatacaktı ama sanki ilk kez anlatıyormuş gibi heyecanla ve büyük bir zevkle , görevini yerine getiren bu amcaya ; çok imrenmiştim o zaman.  
  Fabrika gezimize dış bölümden başlamıştık. Pancarlar kamyonlardan silolara boşaltılıyordu. Su vasıtasıyla kanallardan havuzlara giriyor aynı zamanda da yıkanıyor , pancar bıçaklarına geliyor orada rendeleniyordu . Divizyon denilen kazanlarda şerbeti alınıyor , posası küspe olarak başka bir yere atılıyordu. Suyu şeker kazanlarında kaynatılarak toz şekere dönüşüyordu. Tabii önce toz şeker oluşuyor sonra vakumla çekilip makinelerde pres yapılıyor ve kalıplarla kesilip kesme şeker meydana getiriliyordu.
Benim için en zevkli bölümü paketlemeydi. Kesme şekerler bantların üzerinde yürüyen merdivende dizilmiş insanlar gibi gelirken , sanki bütün işi onlar yapmış da yorgunluktan helak olmuş gibi söyleniyorlardı "oh çok şükür…nihayet çıkıyoruz..."
 
   
  Bütün bu işlemleri hayretle izlerken o çok sevdiğimiz şekerin oluşumunda, makinelerin yanı sıra insan gücünün ve emeğinin de ne kadar büyük olduğunu öğrenmiş olduk. Sıcaktan önünde durulması imkansızmış gibi görünen o koskocaman şeker kazanlarının başında çalışan , başta değerli kayınpederim ustabaşı Saim Poşpoş olmak üzere bütün emekçilerin ellerinden saygıyla öpüyor , çocuklarını okutabilmek için döktükleri alın terlerine helal olsun diyorum.











   İşte böyle sevgili dostlar… Alpullu Şeker Fabrikasındaki gezimizi , bilenlerin anılarını tazelemek , bilmeyenleri bilgilendirmek üzere tamamlamış bulunuyorum. Ben yazarken gerçekten o günleri o anları yaşıyorum sizlere de biraz olsun aynı hisleri yaşatabiliyorsam ne mutlu bana. Bu güzel ve aynı zamanda eğitici geziyi tertip eden çok sevdiğim öğretmenim Safinaz Altınel’e Allah’tan gani gani rahmet diliyorum , nur içinde yat güzel insan.
                      
Dağlar Kızı Reyhan