hayata dair her şey..

hayata dair her şey..


8 Şubat 2013 Cuma

Eskiden Kışı Severdim..

     







    Ben eskiden kışı severdim. Bunun birçok sebebi vardı. En önemli sebep
çocuk olmamdı. Çünkü çocukken her şey daha güzeldir.. 
    Mesela kar yağdığında tek derdimiz kartopu oynamak ve kardan adam yapmaktı. İşe giden büyüklerimizin yaşadığı sıkıntı umurumuzda olmazdı. Kar çok yağsın, her yer bembeyaz olsun ve okullar tatil edilsin diye hepimiz gecelerce dua etmişizdir. Sabah kalkınca ilk işimiz camdan dışarıya bakıp durum tespiti yapmak; sonra da televizyon yada radyodan haberleri dinlemek olurdu. Veee mutlu son okullar tatil..
    Sevincimizden yerimizde duramazdık. Çabucak kahvaltı edip hazırlanır ve sokağa çıkardık. Mahallenin bütün çocukları sokakta olurdu. Kartopu oynardık çığlık çığlığa. Kardan adam yapardık elbirliği ile. Kimimiz kömür getirir kimimiz havuç, kimimiz atkı ve bere getirirdi. Sonra kenara çekilir gururla eserimizi seyrederdik. Saatlerce yokuşlardan poşetlerle kayardık. Akşam olunca da burnumuz soğuktan kızarmış, üstümüz sırıl sıklam olmuş bir halde eve girerdik.
    Annem halimizi görünce önce kızardı. Sonra üstümüzü değiştirir sıcak 
(sobada ısıtılmış) ve kuru pijamalarımızı giydirirdi. Ailecek akşam yemeğimizi yerdik. Sobanın üzerinde demlenen ıhlamurun kokusu bütün eve yayılırdı. Evimiz; sobamız gürül gürül yandığı için sıcacık olurdu. Ben kedi gibi sobanın yanında uyumayı çok severdim (hala da severim). Meyve yediğimiz akşamlarda portakal ve mandalina kabuklarını sobanın üzerine dizerdik. Evimizi harika bir koku kaplardı. Hala burnumdadır kokusu. Hele kestaneleri sobanın üzerinde pişirmek kış gecelerimizin vazgeçilmeziydi.
    Kar, soba, ıhlamur, meyve, kestane kışı sevmemi sağlayan sebeplerdir. Ama en önemli sebep; ailemle birlikte sıcacık evimizde, büyümenin getirdiği sorumluluktan uzak, çocuk olmanın verdiği rahatlık ve huzurla yaşanan kış geceleridir.


 Sevgilerimle,
Funda Dikmen








5 Şubat 2013 Salı

Yeniden Başlamak..




    Alarmın sesine uyandı. Yavaşça doğruldu ve yatağın kenarına oturdu. Saat dokuz olmuştu. Uykusunu alamamıştı, hala uyumak istiyordu. Garip bir hüzün vardı içinde. Adını koyamadığı tarifsiz duygular içindeydi. Kalktı, kalın perdeyi çekti, pencereyi açtı; hava çok güzeldi. Bir süre bahçeyi seyretti. Güneşin yüzünü ısıtması hoşuna gitmişti. Mis gibi bahar havasını içine çekti. Bütün bunlara rağmen kendini mutsuz hissediyordu. "Zaman ne kadar da hızlı ilerledi" diye düşündü. Sanki habersizce geçmişti yıllar. "Ne de çabuk elli yaşıma geldim. Yaşlandım artık" dedi kendi kendine. İçindeki hüzün ve mutsuzluk artmıştı. Birden, "ben gerçekten elli yaşında mıyım?" dedi. Bir an düşündü ve hayır elli değildi. Sevindi elli olmadığına "harika daha kırkbir yaşındayım" dedi. Halbuki o an sorsalar elli diyecek kadar emindi yaşından. Çünkü elli yaşında hissediyordu kendini ve beyni sürekli elli yaşında olduğunu söylüyordu.
    Bugün işe gitmeyecek ve evde çalışacaktı. "Önce güzel bir kahvaltı yaparsam iyi gelir" diye düşündü. Çay suyunu koydu kahvaltılıkları çıkardı.  Üstünü değiştirip yatağını topladı. Çayı demledi, ekmek kızarttı. Güzel bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı kendine. Kahvaltı ederken düşüncelere daldı; çocukluğunu ve anılarını hatırlamaya çalıştı. Sanki kafasının içi boşalmış gibiydi hiçbir şey hatırlamıyordu. Ekmeğine bal sürdü. Çayından bir yudum aldı. Kahvaltı en sevdiği öğündü. "Daha sık kahvaltı etmeliyim" dedi. Şimdi kendini biraz daha iyi hissediyordu. Sadece ruhu yorgundu.
    Aslında güçlü durmaya çalışmaktan, mutsuz olduğu halde çevresindekilere mutlu görünmekten yorulmuştu. Artık itiraf ediyordu insanların sandığı kadar güçlü değildi, ayrıca yorgun ve mutsuzdu. Yalnızdı; bu itirafı duyacak kimse yoktu yanında. Ruhunda sert fırtınalar kopuyordu. Kafasında cevapsız onlarca soru vardı. Keşkeleri ve pişmanlıkları canını acıtıyordu. Hayat mı yormuştu onu yoksa insanlar mı bilemiyordu. Belki de kendisi izin vermişti yormalarına. Herkesi bu kadar ciddiye almasaydı; daha az yorgun ve daha çok mutlu olabilirdi şimdi. Belki oluruna bıraksaydı her şeyi daha az pişmanlıkları olacaktı. "Hayata bu kadar müdahale etmek, insanlardan çok şey beklemek yanlışmış" diye düşündü.
    Biliyordu; hiçbir şey için geç değildi. Baştan başlıyabilirdi her şeye. İsterse hayatında değişiklik yapabilirdi. Ama nasıl yapacağını bilmiyordu. Artık güçlü hissetmiyordu kendini. Başarabileceğine inanmıyordu. 
    "Galiba haksızlığın en büyüğünü kendime ben yapıyorum. İlk önce geçmişi sorgulamayı bırakmalıyım. Sonra da kendimi bu kadar acımasızca eleştirmeyi. Yeniden hayal kurmalıyım ve umut etmeliyim. Belki bir mucize olur ve bu sefer başarırım" dedi.
    Her zaman mutfakta masanın üzerinde duran radyosunu açtı, güzel bir müzik kanalı ayarladı. Çok sevdiği bir şarkı çalıyordu, radyonun sesini biraz daha yükseltti. Ayağa kalktı, camın önüne gitti. Şarkıya eşlik ederken ne yapmak istediğine karar vermişti bile. Artık mutlu olmak istiyordu.


 Sevgilerimle,
Funda Dikmen



  







 

3 Şubat 2013 Pazar

Aşkıma..



    Bizimkisi ilk görüşte aşk değildi. Daha birbirimizi görmeden aşık olmuştuk çünkü. Sesimizi duymak bile yetmişti aşık olmamıza. Nasıl mı? Okumaya devam edin lütfen..
    Bundan tam ondokuz sene önceydi. İkimizde aynı şirketin farklı şehirlerdeki iki ayrı şubesinde çalışıyorduk. İşimizin gereği telefonla konuşuyorduk. Zamanla bu iş gereği açılan telefonların sayısı artmaya, konuşma süresi uzamaya başlamıştı. Artık ev telefonlarımızın numaralarını da biliyorduk (o zaman cep telefonu yoktu {yaşlandık galiba} neyse). İş harici evden de konuşmaya başlamıştık. Zeki'nin ilk olarak ses tonundan çok etkilenmiştim. Sonra konuşma tarzı, adabı, düşünceleri, yaklaşımı beni çok etkilemişti. Daha görmeden sesine aşık olmuştum bile. Her şeyden konuşabiliyorduk. Gülüyorduk, eğleniyorduk, dertleşiyorduk ve en önemlisi birbirimizi çok iyi anlıyorduk. Ama yinede insan azcık da olsa tipini merak ediyor işte. Sormadan duramadım ve tipini tarif etmesini istedim. "Mesela gözlerin ne renk" dedim. Cevabını hala bugün gibi hatırlarım "farzet ki gözlerim görmüyor, sevgiyle bakmıyor, ne renk olduğunun ne önemi var" demişti. Çok etkilenmiştim.
    Beş ay boyunca birbirimizi görmeden, sadece telefonla konuşarak arkadaşlığımızı devam ettirdik. Saatlerce telefonla konuşuyorduk. Sonunda tanışmaya karar verdik ve Mayıs ayında tanıştık. İlk görüştüğümüzde çoktan aşık olmuştuk birbirimize. Eylül ayında nişanlandık ve bir sene sonra yine Eylül ayında evlendik. Allah' ın izniyle bu sene onsekizinci yılımızı dolduracağız inşallah. Ama bu evlilik yıldönümü yazım değil. Niye mi yazdım?
    Bugün hayatımın aşkı, canım eşimin doğumgünü..

    DOĞUMGÜNÜN KUTLU OLSUN AŞKIM. İYİKİ DOĞDUN, İYİKİ SEVDİM SENİ, İYİKİ SENİNLE EVLENDİM VE İYİKİ VARSIN. YENİ YAŞINDA DİLEDİĞİN HER ŞEY GERÇEK OLSUN VE GERÇEKLEŞEN HAYALLERİN SENİ HEP ÇOK MUTLU ETSİN. TÜM HAYATIN BOYUNCA HER ŞEY GÖNLÜNCE OLSUN.
HİÇBİR ŞEYE DEĞİŞMEM AŞKLA BAKAN GÖZLERİNİ
HİÇBİR ŞEYE DEĞİŞMEM SENLE GEÇEN GÜNLERİMİ
SENİ ÇOK SEVİYORUM..

(Lütfen okuyunca maşallah deyin olur mu??) 
:)



  Sevgilerimle,
Funda Dikmen