03.01.2013
anlayamadım
Bilmeden bir sevda çaldım, zırdeli
Ne ince eledim, ne sık dokudum, ne de katmerli
Zannettim ki bütün sevdanın hepsi budur
O gönlün en saray katında oturur…
Yalancının mumu hiç yanmadan söndü
Zifaf bir anda karanlığa gömüldü
Korkmasam kellemi, koltuğa alırım
Kelle koltukta, koltuk çoktan öldü….
"Kavun değildi koklayamadım"
Zaten burnum hiç koku almaz benim
"Kel başa şimşir tarak" dediler
Bana neden tarak dediler, anlayamadım..
Biliyorum beni beş kat makyaj aldattı
Bir çalım yürüyüş, bir şuh tavır aldattı
"Çam sakızına çoban armağanı" dediler
Bana neden çoban sakızı dediler, anlayamadım…
Anlıyorum "suyu getiren de bir, testiyi kıran da"
Ben suyu getirdim, hem de boş yere getirdim
"Atı alan Üsküdar' ı geçti" dediler
Bana neden at dediler, anlayamadım…
Hani ölüm olmaz derlerdi karada
Hani bu kıza hiç değer biçilmezdi, pahada
Taş gibi anası dururken, orada
"Gümrükten mal kaçırır gibi", heyhat
Neden kızını aldım, anlayamadım….
Vedat DÜNDAR
*********************************************************************
08.12.2012
LÜTFEN OKUMAYIN/Vedat DÜNDAR
--------------------------------------------------------------------------------
Ilık bir kış günüydü. Gemiler Foça’da bir tatbikatın yorgunluğundan dönerken bu ağır metallerin sularda çıkardığı hışırtı, sessizliğide, görkemli bir şekilde, alıp götürüyordu… Amiral gemisi en öndeydi.. Bunu gönderine çektiği kırmızı, siyah flama ile alenen belli ediyordu… Diğer gemilerin dizilişi de komutanlarının rütbe kıdemine göre sıralandırılmıştı….......
Her biri sanki tarihinden aldığı kostak bir edanın , sinsice , damarlarına enjekte ettiği , bülendi gururlarında süzülüyor gibiydiler…
Limanda komutanlık makamında otururken bilmem kaçıncı defa, bu vuslatı seyretmenin hazzını, eskimeyen bir büyü ile yaşamaktaydım… Her bir gemideki hatıralarım, gemilerin görkeminden de büyük bir çıplaklıkla ve dün gibi taze, gözlerimde demleniyordu……….
Oda kapımın tıklatılmasıyla hayallerimi silkeledim.. Recep onbaşı gel çağrımı beklemeden bembeyaz bir suratla dalıverdi odama, sadece "Komutanım” dediğini hatırlıyorum.. Bir de işaret parmağı vardı, kaldırdığı kolunun ucunda koridorun sonuna doğru kıvrılarak işaret eden.. Galiba ağlıyordu bunu yıllar sonra düşünsem de bir daha alenen gözlerimin önünde canlandıramadım….. O zaman, zaman yoktu.. Zaman önce Recep onbaşımda durmuştu, sonra bende hepten yokolup bitmişti.. Koridora doğru o parmağın işareti yönünde koştuğumu hatırlıyorum.. Birileri daha koşuyordu ama hiçbirini görmedim bile aslında tam nereye koştuğumun farkında da değildim.. ”erat tuvaleti” demişti galiba böyle söylemişti onbaşım. Bir de çığlık gibi bir sesle Mustafa diye bağırmış mıydı, ben mi öyle algılamıştım, nasıl olmuştu?.. Bugün hala acımsı ve buruk bir kütle gibi boğazımın orta yerinde taşır dururum…..
Tuvaletin kapısındaki feryatlı kalabalığı yıkarak açtığımda Mustafa oradaydı…. O benim Mustafa’m bu kez bana her baktığında olduğu gbi, gene gülümserdi gene o saygısını gamzesinin kıvrımına sıkıştırmışçasına güzeldi. Ah ! ne kadar güzeldi anlatamam. Ama o ip de neyin nesiydi, neden boğazında kravat gibi sıkılı duruyordu.. Hem neden o küçücük, belki de anacığının kıyamadığı, öpmelere kıyamadığı o minicik ayakları havada tutunamadan salınıyordu ki bunları anlayabilmeme imkan yoktu… O zaman ilk önce o ayakları bende öpmek istedim, birden onları koklamak o çıplak parmakları okşamak istedim ; bunlar ilk düşündüklerim oldu ama yapmadım.. Doğruca Mustafa’mın gözlerine bakıyordum.. Bu kez o gözlerdeki eksiklik, ferin donukluğuyla hale gibi kuşaklanmıştı.. Boynu, gövdesinin bitiminde, Demlik gibi bir kayıklıkla ama kayıtsızlıkla sızmıştı…. Benim Mustafa’m hiç böyle
durmazdı… Benim tanıdığım Mustafa, bacaklarını tokat gibi kalçalarına
vurarak koşardı………...Gel Dediğimde… Gel…………….. Ama biliyorum şimdi bağırsam da gelmiyecekti.. Biliyorum bu kez beni dinlemiyecekti… Beni bir daha hiç dinlemiyecekti… Mustafa’m………..
Bu satırları yazarken ağlıyorum. Bu o zamanın derinliğinde sıkışan, gözyaşlarım, nasıl şimdi bir pınarın havzasında böyle biçimleşebiliyor ki.. Hani ”Beklenen şarkı” misali, beklenen gözyaşlarımdır bunlar, yıllar içinde…
Bir sevda masalıydı.. Verilmeyeceğine inanılan bir kızın ahına resmedilen
bir tatlı tebessümdü bu onun ki.. Öldüğünde o tebessüm gamzesinin kıvrımında sevdiceğini kucaklıyarak saklamıştı… Belki de bunu sadece ben biliyordum.. Biliyordum da ne yapmıştım koca bir yalandan başka………….
Yıllar sonra Karadeniz Ereğli’de yavruağzı badanalı makam odamın penceresinden gene limana giren gemileri seyrederken… Komutanım odama girdi… Vedat dedi.. Vedat… Ben gidiyorum.. Amirale karşı beni idare et, ararsa bir şeyler uydur… Belki bütün gün olmuyabilirim dedi….. Öğrendimki çok sevdiği bir askeri sırf alevi olduğu için evlenmek istediği kızın ailesi tarafından reddedilmekteymiş.. Komutanım ,Tesadüf eseri , Ereğli’ye yakın köydeki bu aileyi bizzat ziyaret ederek ikna etme hevesinde ve heyecanında, çoçuk gibi, yerinde duramıyordu………
Beyaz uzun kollu resmi elbisesi, beyaz üniformalarıyla, silah teçhizatlı iki asker ve bir şoför topluca Askeri Jeepe doluştular…. Arkalarından el sallarken, sanki cepheye ulaşmak isteyen bir onuru da beraberlerinde sürüklüyor gibiydiler.. Sonra gitmişler… Dört kahramandı onlar… Sevdanın sunisini, alevisini tanımayan dört kahraman, cenke doğru, illegal bir yolculuğa çıkmışlardı………………….
Köyde Başbakan gibi karşılanmışlar…. Beyaz ordu, beyaz gül gibi, köyün
meydanını dolduruvermiş…. Kahveci bile elinde servise unuttuğu çayla,
müşterilerin arasında koşuşturmuş, ağzı yarım açık ağızla…………………..
O ahır kokulu damı saçaklı evde üç saat oturmuşlar.. Silahlarını kucaklarına koymuşlar… Sözlerini dudaklarına…. Gözlerini yüreklerine koymuşlar yüreklerini arzularına… Koparıvermişler Necmettin’in bahtını, söküp almışlar.. Aile gık diyememiş.. Kendilerinin de bir alevi olmadığı kalmış…. Bütün köyün tümünden Alevi olmadığı kaldığı gibi…………………
Şimdi bu satırları tek parmak bilgisayarın klavyesine yazarken.. AĞLIYORUM…… Çünkü o komutan, bendim !.. Kendi odama girerek sesli, sesli kendimle konuşup kendimi alıp, üniformasını giydiren, köye giderek silahla adeta basan, dört kişilik bir orduydum, ben ! Ama koparmıştım koparacağımı….. Koparmıştım… Sonra teskeresini alacağı gün oturup helalleştik.. Bu kez o ağladı.. Gözyaşları boynuma sarılan yanaklarından, yanaklarıma doğru sıcacık aktı. Şimdi hangimiz daha çok ağlıyorduk belli değildi…. Hangimizin gözyaşları daha sıcaktı ve hangimizin yüreği ötekinde atıyordu. Birbirimize karışmıştık.
Hangimiz komutandık yada hangimiz askerdik… Neydik , bilmiyorduk…….
Odamdan çıkarken, gözüm, ayaklarına takıldı… İri ayakları, kırkdört
numaraya sığmazcasına, heybetliydi…. Mustafa’mın öpülesi ayaklarından
ne kadar da farklıydı… Bugün belki onuda yaşatıyor olabilirdim…
Mustafa imkansız sevdasını bana anlattığında, hani ünüformamı giyip
neden, neden, neden, neden binlerce neden…. Neden bir otobüse atlayıp
memleketine uçmadım.. Hiç bilmiyorum…… Neden sadece dinlemekle
kalarak bu cinayete ortak oldum bilemiyorum………………………..
Necmettin’e bir vaad ezberlettim… Nedenini söylemedim.. O da sormadı.. Yaşamı boyunca, ricam üstüne. Hiç kravat takmıyacaktı... Bir daha hiç takmıyacaktı...
Vedat DÜNDAR
*************************************************************************
04.12.2012
ara sıcaklar-19-
HANİ
Hani diyorum ,
"Kendi kendime
Gelin , güvey olsam" ben
Kendi kendime evlensem
Kendi kendime balayına çıksam
Kendi kendime girsem zifafa
Üstüne üstlük,
Kız oğlan kız....
Vedat DÜNDAR
HESAP
Gerdeğe dört kişi girdi
Biri oğlandı,
Diğerleri;
Kız oğlan kızdı.....
Vedat DÜNDAR
*************************************************************************
02.12.2012
İsa'nın Ölümü
Bağ bozumu zamanıydı ama toplanmadı üzümler
O gece tahtadan haçı şekilsizce diktiler toprağa
Sabaha kadar uğraştılar ama haç tutmuyordu
Altını daha çok oydular, oydular
Sanki haç değil nefretlerini dikiyorlardı
Nihayet toprağa kaynadı nefretleri
Artık onu bu nefretle çakacaklardı çırılçıplak
Sabah olsun diye beklediler,
O gece ölü doğan kuzuyu kesip yediler.......
İsa ölmeden birgün önce,
Harmandan arta kalan toprağa uzanıp göğe baktı
Gürültülü yağmurda, iç çamaşırına kadar ıslandı
Yakında bir kadın, adet bezini kundak yaptı, çocuğuna..
Sonra birdenbire dindi yağmur
Sönük yıldızlar badana olmuş gibi parladı
Acaba bağışlanacak kadar yıkanmış mıydı bu yağmurda,
Nerede hata yaptığını düşündü........
Her geçen an dinsizlerin nefreti büyüyordu
Bu karşı konulmaz bir sapkınlıktı
Bu öfkenin,ödenecek bir vergisiydi sanki.....
Sonra dağın tepesine doğru, kavuştu bulutlar
Akşamdan kalma bir yıldız duruyordu ayın çeperinde
Bağların çok olduğu yerde bir kulübesi vardı
İsa bu mehtapta oraya gitmak istedi
Ama yerinden kalkamadı;
Bekleyişi zahmetli bir endişeye dönüştü
Yorgun bir arayışla sustu gözleri,
Karanlığın köşesinden döküntü bir ışık buldu
Parlıyan küçük gölü farketti
Göle doğru yürürken, kıvamla tutuştu gene yağmur
Kırık bir taş attı suya,
Parmaklarıyla dokundu,
Oysa gölde aksi yoktu
Zoraki bir yel yaladı alnınıIssızlık heryere sinmişti
Özensizce yoğunlaştı sis karanlığın ardında.......
Onlar tam şafakla birlikte geldiler
Ellerinde hala yanan meşaleleri vardı
Geri kalanlar azgınca şevişmişlerdi gün boyu
Uykusuzdular ama çıldırasıya bağırıyorlardı
Salyaları çenelerinde kurumuştu!
Şarap düşkünü fahişeler önden koşuyordu.........
İsa yüzüne sürülen ışıkla uyandı
Bu daha şafağın ilk dakikalarıydı
Bacaklarına asılmış yorgunlukla kalktı
Şimdi yağmur sadece kımıldıyordu.
Badem bıyıkları, sakalıyla birlikte ıslanmıştı
Sanki heyecanları bayatlamış gibi mahzundu
Bedenini kabaca iterek döndü,
Önce sadece duydu,göremedi, sonra gördü
Sesler rüzgara sürünerek, gürültüyle geliyordu
Anlaşılmaz bağrışla ama anlaşılır niyetle koşuyorlardı
Sanki sayısızdılar lakin tek vucuttular
Fahişelerin tiz çığlıkları erkekleri bastırıyordu.......
İsa'yı kollarından tutarak sürüklediler
Sonra yaban kısrağını kamçılıyarak, peşisıra bağladılar
İliksiz sandaletleri ayaklarından fırladı
Kısrağı kovalarcasına koşturdular.
İsa'nın ayakları, taşlarla kesiliyordu
Şimdi kandan bir iz kalıyordu ardında
Kalabalıkta sanki bu kan izini takip eder gibiydi.......
Haçın yanındaki iskeleye çıkardılar onu
Vücudunu dengesizce yapıştırdılar haça
Önce ayakta kalması için avuçlarını çakacaklardı
Sivri uçlu demir yivler, birgün öncesinden hazırlanmıştı
Herbirinin üzerinde intikamdan kurumuş köpüklü
Tükürükleri vardı
Birinci yiv, sol avucunun ortasına girerken,Düşündü İsa
Tanrının oğlu bir mehdiye,bu mümkünmüydü ?
Acı duyabilecek olması, mümkün müydü ?
Uzaklara, sere serpe başak tutmuş ekinlere baktı
Bu zulmette tebessümle Meryem anasını düşündü
Bir an nekadar üşüyüp, titrediğini farketti
İlk yiv girerken önce acıyı hissetmedi
Kendini hazırlamıştı, o Tanrı'nın oğluydu
Ama birden delirmiş bir alev gibi yandı eli
Sanki bir insanın hissedebileceği acıdanda fazlasıydı bu
Kanı kollarından böğrüne doğru, sıcacık aktı
Sağ eli çakılırken artık bayılma raddesine gelmişti
Şimdi kendi kanında yüzüyor gibiydi
Parmak kemiklerinin, etlerinden ayrıldığını gördü
Elleri tahta haça adeta yapışmışçasına gerilmişti........
Ayakları çakılırken, artık büsbütün ırzına geçiliyormuş gibi hissetti
Hazırlıksız yakalanmış acısı, hayretinden çok daha büyüktü
Adeta bir şekilden, başka bir şekile dönüşüyor gibiydi
Baskın bir korku duydu gözlerinde,
Uzakta gördüğü başak tutmuş ekinler,
Alevlerle tutuşmuşçasına, kızıllaşmıştı
Artık bağıran çağıran o kalabalığı görmüyordu
Yeşile çalan bir maske gibiydi suratı
Şimdi bir anda yeniden yaratılmayı bekledi ama,
Ne uzakta,ne yakında, Tanrı'nın eli yoktu
Gerçekler öylesi bir pusu kurmuştu ona
Son tükürüğünü yutacak mecali dahi kalmamıştı..........
Birdenbire yağmaladı kendini, buzlaştı
Delice ağlayışını kimseler görmedi
Bir mehdiye bunlar olamaz diye düşünürken,
ÇÖLDE KALMIŞ, ŞAŞKIN BİR BEDEVİ GİBİ, ÖLÜME TUTUNUP,
GİTTİ !...
Vedat derki: Taassürler, herzaman, gerçeklerden daha büyüktür.
Çünkü onların sınırları yoktur.
Vedat Dündar