hayata dair her şey..

hayata dair her şey..


8 Aralık 2012 Cumartesi

Şair Sn. Vedat Dündar'dan...





03.01.2013

anlayamadım

Bilmeden bir sevda çaldım, zırdeli
Ne ince eledim, ne sık dokudum, ne de katmerli
Zannettim ki bütün sevdanın hepsi budur
O gönlün en saray katında oturur…

Yalancının mumu hiç yanmadan söndü
Zifaf bir anda karanlığa gömüldü
Korkmasam kellemi, koltuğa alırım
Kelle koltukta, koltuk çoktan öldü….

"Kavun değildi koklayamadım"
Zaten burnum hiç koku almaz benim
"Kel başa şimşir tarak" dediler
Bana neden tarak dediler, anlayamadım..

Biliyorum beni beş kat makyaj aldattı
Bir çalım yürüyüş, bir şuh tavır aldattı
"Çam sakızına çoban armağanı" dediler
Bana neden çoban sakızı dediler, anlayamadım…

Anlıyorum "suyu getiren de bir, testiyi kıran da"
Ben suyu getirdim, hem de boş yere getirdim
"Atı alan Üsküdar' ı geçti" dediler
Bana neden at dediler, anlayamadım…

Hani ölüm olmaz derlerdi karada
Hani bu kıza hiç değer biçilmezdi, pahada
Taş gibi anası dururken, orada
"Gümrükten mal kaçırır gibi", heyhat
Neden kızını aldım, anlayamadım….

Vedat DÜNDAR


*********************************************************************


08.12.2012


LÜTFEN OKUMAYIN/Vedat DÜNDAR
--------------------------------------------------------------------------------

  Ilık bir kış günüydü. Gemiler Foça’da bir tatbikatın yorgunluğundan dönerken bu ağır metallerin sularda çıkardığı hışırtı, sessizliğide, görkemli bir şekilde, alıp götürüyordu… Amiral gemisi en öndeydi.. Bunu gönderine çektiği kırmızı, siyah flama ile alenen belli ediyordu… Diğer gemilerin dizilişi de komutanlarının rütbe kıdemine göre sıralandırılmıştı….......
Her biri sanki tarihinden aldığı kostak bir edanın , sinsice , damarlarına enjekte ettiği , bülendi gururlarında süzülüyor gibiydiler…
  Limanda komutanlık makamında otururken bilmem kaçıncı defa, bu vuslatı seyretmenin hazzını, eskimeyen bir büyü ile yaşamaktaydım… Her bir gemideki hatıralarım, gemilerin görkeminden de büyük bir çıplaklıkla ve dün gibi taze, gözlerimde demleniyordu……….
  Oda kapımın tıklatılmasıyla hayallerimi silkeledim.. Recep onbaşı gel çağrımı beklemeden bembeyaz bir suratla dalıverdi odama, sadece "Komutanım” dediğini hatırlıyorum.. Bir de işaret parmağı vardı, kaldırdığı kolunun ucunda koridorun sonuna doğru kıvrılarak işaret eden.. Galiba ağlıyordu bunu yıllar sonra düşünsem de bir daha alenen gözlerimin önünde canlandıramadım….. O zaman, zaman yoktu.. Zaman önce Recep onbaşımda durmuştu, sonra bende hepten yokolup bitmişti.. Koridora doğru o parmağın işareti yönünde koştuğumu hatırlıyorum.. Birileri daha koşuyordu ama
hiçbirini görmedim bile aslında tam nereye koştuğumun farkında da değildim.. ”erat tuvaleti” demişti galiba böyle söylemişti onbaşım. Bir de çığlık gibi bir sesle Mustafa diye bağırmış mıydı, ben mi öyle algılamıştım, nasıl olmuştu?.. Bugün hala acımsı ve buruk bir kütle gibi boğazımın orta yerinde taşır dururum…..
  Tuvaletin kapısındaki feryatlı kalabalığı yıkarak açtığımda Mustafa oradaydı…. O benim Mustafa’m bu kez bana her baktığında olduğu gbi, gene gülümserdi gene o saygısını gamzesinin kıvrımına sıkıştırmışçasına güzeldi. Ah ! ne kadar güzeldi anlatamam. Ama o ip de neyin nesiydi, neden boğazında kravat gibi sıkılı duruyordu.. Hem neden o küçücük, belki de anacığının kıyamadığı, öpmelere kıyamadığı o minicik ayakları havada tutunamadan salınıyordu ki bunları anlayabilmeme imkan yoktu… O zaman ilk önce o ayakları bende öpmek istedim, birden onları koklamak o çıplak parmakları okşamak istedim ; bunlar ilk düşündüklerim oldu ama yapmadım.. Doğruca   Mustafa’mın gözlerine bakıyordum.. Bu kez o gözlerdeki eksiklik, ferin donukluğuyla hale gibi kuşaklanmıştı.. Boynu, gövdesinin bitiminde, Demlik gibi bir kayıklıkla ama kayıtsızlıkla sızmıştı…. Benim Mustafa’m hiç böyle
durmazdı… Benim tanıdığım Mustafa, bacaklarını tokat gibi
kalçalarına
vurarak koşardı………...Gel Dediğimde… Gel…………….. Ama biliyorum şimdi bağırsam da gelmiyecekti.. Biliyorum bu kez beni dinlemiyecekti… Beni bir daha hiç dinlemiyecekti… Mustafa’m………..
  Bu satırları yazarken ağlıyorum. Bu o zamanın derinliğinde sıkışan, gözyaşlarım, nasıl şimdi bir pınarın havzasında böyle biçimleşebiliyor ki.. Hani ”Beklenen şarkı” misali, beklenen gözyaşlarımdır bunlar, yıllar içinde…
Bir sevda masalıydı.. Verilmeyeceğine inanılan bir kızın ahına resmedilen
bir tatlı tebessümdü bu onun ki.. Öldüğünde o tebessüm gamzesinin kıvrımında sevdiceğini kucaklıyarak saklamıştı… Belki de bunu sadece ben biliyordum.. Biliyordum da ne yapmıştım koca bir yalandan başka………….
  Yıllar sonra Karadeniz Ereğli’de yavruağzı badanalı makam odamın penceresinden gene limana giren gemileri seyrederken… Komutanım odama girdi… Vedat dedi.. Vedat… Ben gidiyorum.. Amirale karşı beni idare et, ararsa bir şeyler uydur… Belki bütün gün olmuyabilirim dedi….. Öğrendimki çok sevdiği bir askeri sırf alevi olduğu için evlenmek istediği kızın ailesi tarafından reddedilmekteymiş.. Komutanım ,Tesadüf eseri , Ereğli’ye yakın köydeki bu aileyi bizzat ziyaret ederek ikna etme hevesinde ve heyecanında, çoçuk gibi, yerinde
duramıyordu………
  Beyaz uzun kollu resmi elbisesi, beyaz üniformalarıyla, silah teçhizatlı iki asker ve bir şoför topluca Askeri Jeepe doluştular…. Arkalarından el sallarken, sanki cepheye ulaşmak isteyen bir onuru da beraberlerinde sürüklüyor gibiydiler.. Sonra gitmişler… Dört kahramandı onlar… Sevdanın sunisini, alevisini tanımayan dört kahraman, cenke doğru, illegal bir yolculuğa çıkmışlardı………………….
  Köyde Başbakan gibi karşılanmışlar…. Beyaz ordu, beyaz gül gibi, köyün
meydanını dolduruvermiş…. Kahveci bile elinde servise unuttuğu çayla,
müşterilerin arasında koşuşturmuş, ağzı yarım açık ağızla…………………..
O ahır kokulu damı saçaklı evde üç saat oturmuşlar.. Silahlarını kucaklarına koymuşlar… Sözlerini dudaklarına…. Gözlerini yüreklerine koymuşlar yüreklerini arzularına… Koparıvermişler Necmettin’in bahtını, söküp almışlar.. Aile gık diyememiş.. Kendilerinin de bir alevi olmadığı kalmış…. Bütün köyün tümünden Alevi olmadığı kaldığı gibi…………………
  Şimdi bu satırları tek parmak bilgisayarın klavyesine yazarken.. AĞLIYORUM…… Çünkü o komutan, bendim !.. Kendi odama girerek sesli, sesli kendimle konuşup kendimi alıp, üniformasını giydiren, köye giderek silahla adeta basan, dört kişilik bir orduydum, ben ! Ama koparmıştım koparacağımı….. Koparmıştım…
Sonra teskeresini alacağı gün oturup helalleştik.. Bu kez o ağladı.. Gözyaşları boynuma sarılan yanaklarından, yanaklarıma doğru sıcacık aktı. Şimdi hangimiz daha çok ağlıyorduk belli değildi…. Hangimizin gözyaşları daha sıcaktı ve hangimizin yüreği ötekinde atıyordu. Birbirimize karışmıştık.
  Hangimiz komutandık yada hangimiz askerdik… Neydik , bilmiyorduk…….
Odamdan çıkarken, gözüm, ayaklarına takıldı… İri ayakları, kırkdört
numaraya sığmazcasına, heybetliydi…. Mustafa’mın öpülesi ayaklarından
ne kadar da farklıydı… Bugün belki onuda yaşatıyor olabilirdim…
  Mustafa imkansız sevdasını bana anlattığında, hani ünüformamı giyip
neden, neden, neden, neden binlerce neden…. Neden bir otobüse atlayıp
memleketine uçmadım.. Hiç bilmiyorum…… Neden sadece dinlemekle
kalarak bu cinayete ortak oldum bilemiyorum………………………..
  Necmettin’e bir vaad ezberlettim… Nedenini söylemedim.. O da sormadı..   Yaşamı boyunca, ricam üstüne. Hiç kravat takmıyacaktı... Bir daha hiç takmıyacaktı...


Vedat DÜNDAR



************************************************************************* 



04.12.2012

ara sıcaklar-19-

HANİ

Hani diyorum ,
"Kendi kendime
Gelin , güvey olsam" ben
Kendi kendime evlensem
Kendi kendime balayına çıksam
Kendi kendime girsem zifafa
Üstüne üstlük,
Kız oğlan kız....

Vedat DÜNDAR



HESAP
Gerdeğe dört kişi girdi
Biri oğlandı,
Diğerleri;
Kız oğlan kızdı.....

Vedat DÜNDAR


*************************************************************************



02.12.2012

İsa'nın Ölümü

Bağ bozumu zamanıydı ama toplanmadı üzümler
O gece tahtadan haçı şekilsizce diktiler toprağa
Sabaha kadar uğraştılar ama haç tutmuyordu
Altını daha çok oydular, oydular
Sanki haç değil nefretlerini dikiyorlardı
Nihayet toprağa kaynadı nefretleri
Artık onu bu nefretle çakacaklardı çırılçıplak
Sabah olsun diye beklediler,
O gece ölü doğan kuzuyu kesip yediler.......

İsa ölmeden birgün önce,
Harmandan arta kalan toprağa uzanıp göğe baktı
Gürültülü yağmurda, iç çamaşırına kadar ıslandı
Yakında bir kadın, adet bezini kundak yaptı, çocuğuna..
Sonra birdenbire dindi yağmur
Sönük yıldızlar badana olmuş gibi parladı
Acaba bağışlanacak kadar yıkanmış mıydı bu yağmurda,
Nerede hata yaptığını düşündü........

Her geçen an dinsizlerin nefreti büyüyordu
Bu karşı konulmaz bir sapkınlıktı
Bu öfkenin,ödenecek bir vergisiydi sanki.....

Sonra dağın tepesine doğru, kavuştu bulutlar
Akşamdan kalma bir yıldız duruyordu ayın çeperinde
Bağların çok olduğu yerde bir kulübesi vardı
İsa bu mehtapta oraya gitmak istedi
Ama yerinden kalkamadı;
Bekleyişi zahmetli bir endişeye dönüştü
Yorgun bir arayışla sustu gözleri,
Karanlığın köşesinden döküntü bir ışık buldu
Parlıyan küçük gölü farketti
Göle doğru yürürken, kıvamla tutuştu gene yağmur
Kırık bir taş attı suya,
Parmaklarıyla dokundu,
Oysa gölde aksi yoktu
Zoraki bir yel yaladı alnını
Issızlık heryere sinmişti
Özensizce yoğunlaştı sis karanlığın ardında.......

Onlar tam şafakla birlikte geldiler
Ellerinde hala yanan meşaleleri vardı
Geri kalanlar azgınca şevişmişlerdi gün boyu
Uykusuzdular ama çıldırasıya bağırıyorlardı
Salyaları çenelerinde kurumuştu!
Şarap düşkünü fahişeler önden koşuyordu.........

İsa yüzüne sürülen ışıkla uyandı
Bu daha şafağın ilk dakikalarıydı
Bacaklarına asılmış yorgunlukla kalktı
Şimdi yağmur sadece kımıldıyordu.
Badem bıyıkları, sakalıyla birlikte ıslanmıştı
Sanki heyecanları bayatlamış gibi mahzundu
Bedenini kabaca iterek döndü,
Önce sadece duydu,göremedi, sonra gördü
Sesler rüzgara sürünerek, gürültüyle geliyordu
Anlaşılmaz bağrışla ama anlaşılır niyetle koşuyorlardı
Sanki sayısızdılar lakin tek vucuttular
Fahişelerin tiz çığlıkları erkekleri bastırıyordu.......

İsa'yı kollarından tutarak sürüklediler
Sonra yaban kısrağını kamçılıyarak, peşisıra bağladılar
İliksiz sandaletleri ayaklarından fırladı
Kısrağı kovalarcasına koşturdular.
İsa'nın ayakları, taşlarla kesiliyordu
Şimdi kandan bir iz kalıyordu ardında
Kalabalıkta sanki bu kan izini takip eder gibiydi.......

Haçın yanındaki iskeleye çıkardılar onu
Vücudunu dengesizce yapıştırdılar haça
Önce ayakta kalması için avuçlarını çakacaklardı
Sivri uçlu demir yivler, birgün öncesinden hazırlanmıştı

Herbirinin üzerinde intikamdan kurumuş köpüklü
Tükürükleri vardı
Birinci yiv, sol avucunun ortasına girerken,Düşündü İsa
Tanrının oğlu bir mehdiye,bu mümkünmüydü ?
Acı duyabilecek olması, mümkün müydü ?
Uzaklara, sere serpe başak tutmuş ekinlere baktı
Bu zulmette tebessümle Meryem anasını düşündü
Bir an nekadar üşüyüp, titrediğini farketti
İlk yiv girerken önce acıyı hissetmedi
Kendini hazırlamıştı, o Tanrı'nın oğluydu
Ama birden delirmiş bir alev gibi yandı eli
Sanki bir insanın hissedebileceği acıdanda fazlasıydı bu
Kanı kollarından böğrüne doğru, sıcacık aktı
Sağ eli çakılırken artık bayılma raddesine gelmişti
Şimdi kendi kanında yüzüyor gibiydi
Parmak kemiklerinin, etlerinden ayrıldığını gördü
Elleri tahta haça adeta yapışmışçasına gerilmişti........

Ayakları çakılırken, artık büsbütün ırzına geçiliyormuş gibi hissetti
Hazırlıksız yakalanmış acısı, hayretinden çok daha büyüktü
Adeta bir şekilden, başka bir şekile dönüşüyor gibiydi
Baskın bir korku duydu gözlerinde,
Uzakta gördüğü başak tutmuş ekinler,
Alevlerle tutuşmuşçasına, kızıllaşmıştı
Artık bağıran çağıran o kalabalığı görmüyordu
Yeşile çalan bir maske gibiydi suratı
Şimdi bir anda yeniden yaratılmayı bekledi ama,
Ne uzakta,ne yakında, Tanrı'nın eli yoktu
Gerçekler öylesi bir pusu kurmuştu ona
Son tükürüğünü yutacak mecali dahi kalmamıştı..........

Birdenbire yağmaladı kendini, buzlaştı
Delice ağlayışını kimseler görmedi
Bir mehdiye bunlar olamaz diye düşünürken,
ÇÖLDE KALMIŞ, ŞAŞKIN BİR BEDEVİ GİBİ, ÖLÜME TUTUNUP,
GİTTİ !...




Vedat derki: Taassürler, herzaman, gerçeklerden daha büyüktür.
Çünkü onların sınırları yoktur.

Vedat Dündar




 



7 Aralık 2012 Cuma

 








30.11.2012

  Selam Sevgili Dostlar,

  Bu hafta sizlerle 26.Kasım.1926 tarihinde kurulan Alpullu Şeker Fabrikası ile ilgili anılarımı paylaşmak istiyorum..













Atatürk 26 Kasım 1926'da açılan Alpullu Şeker Fabrikası'nı gezdikten sonra


  Mersin’de iki buçuk ay kadar bulunduğum şu zaman zarfında , gemilerin limandan demir almış giderken öttürdükleri düdük sesini, çocukluğumda fabrikanın paydos saati geldiğinde çalan düdük sesine benzetiyorum . O ne ihtişamdı öyle… Sanki son sözü ben söylerim dermiş gibi. Müdürleriyle , memurlarıyla , işçileriyle , herkes fabrikanın düdük sesine göre hareket ederdi . O zamanlar insanlar sınıf farkı gözetmezlerdi , hem samimiyet hem saygı o kadar iç içeydi ki şaşarsınız . Sabah işe giderken de , akşam eve gelirken de hep muhabbet içinde görürdüm büyüklerimizi. Durup şakalaşmaları , kahkaha sesleri hala kulaklarımdadır .
O yıllarda fabrikamızda şeker üretimi çok fazlaydı. Kamyonlar dolusu pancar gelirdi civardan. Trakya’nın pancar rezervi bir hayli boldu , tarlalarda genellikle pancar ekilirdi . Kamyonlar fabrikanın önünden başlayıp taa Çiftlik mahallesine kadar kuyruk oluştururlardı.Biz çocuklar dökülen pancarları toplamak için kamyonların arkasından koştururduk . Erkekler işi iyice abartıp kamyonların arkasına tutunup çıkmaya çalışırlardı . Topladığımız pancarları eve götürüp annelerimize pişirttiriyor , sonra da hep birlikte toplanıp afiyetle bir güzel yiyorduk . Şekerin tadı bile başkaydı. Ne kadar kaliteli olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyorum . Evimize çuvalla şeker girerdi.Yediğimiz tatlıların , reçellerin haddi hesabı yoktu . Babacığım bize bol bol taşır , anneciğim de çeşit çeşit tatlılar yapardı . Nur içinde yatsınlar .

Pancarlar , fabrikada şekere dönüşüp posası ayrıldıktan yani küspe olduktan sonra vagonlarla tekrar kamyonlara yüklenir , büyük baş hayvanlara yem olarak kullanılmak üzere köylere götürülürdü . Küspe vagonlarının güzergahı bizim evimizin hemen önünden geçiyordu. Tabii biz çocuklar durur muyuz???

Bu sefer de vagonların arkasına takılır hatta
üzerine çıkar oradan küspenin tadına bakardık. Hatırladığım kadarıyla baya lezzetli bir tadı vardı , ya da bize öyle geliyordu. Hele o mis gibi kokusu burnumda tütüyor. Sıcak olmasına aldırmadan avuçladığımız küspeler Alpullu' nun o eşsiz güzelliğini bir kat daha arttırırdı . Bu kadar çok şeker yedikten sonra hemen oyun oynamaya koşar , akşam hava kararıncaya kadar eve girmek bilmezdik .

Artık hiçbir şeyin eskisi gibi tadı yok , ne şekerin ne de şekerin oluşması için yetiştirilen pancarın . Şimdilerde sevenlerimizin <neden bu kadar tatlısınız ??> diye sormalarına cevap olarak , < şekerin çok olduğu yerde büyüdük > diyorum .





  Bu kadar güzel bir çocukluk dönemi geçirdiğim canım Alpullumda ki hatıralarıma haftaya kaldığımız yerden devam etmek üzere şimdilik hoşçakalın diyorum sevgili dostlarım . Sizlerle beraber paylaştığımda anlam kazanan anılarımda buluşmak dileğiyle hepinize kucak dolusu sevgiler.

Dağlar Kızı Reyhan 





***********************************************************************



23.11.2012

  Merhaba Değerli Okuyucularım ,

  Son yıllarda babet ayakkabılar moda oldu ya…Biz, ilk ve orta okul öğrencisiyken yani altmış beş ila yetmiş beş yılları arasında giyiyorduk . O zaman da modaydı düşünebiliyor musunuz??
  Üzerinden kırk sene geçmiş , yine aynı şeyler sanki yeni bulunmuş gibi piyasaya sürülüyor. Bana göre MODA da Tarih gibi tekerrürden ibaret , insanlar ya unutuyorlar , ya eskilerden dinleyememiş olabilirler..
Eski resimlerden hatırlıyorum, ablamın ve arkadaşlarının ayaklarında babetleri çeşit çeşit , renk renk, fiyonklusu, tokalısı, çiçeklisi hepsi ayrı güzeldi…
  Streç pantolonlar, ayağın altından bantlı olanlar..Lasteks deniyordu onlara. Allah bin kere razı olsun çıkarandan , ne rahat etmiştik , genelde siyah , lacivert , kahve renkleri kullanılıyordu. Her genç kızın en az bir renkte lasteksi mutlaka vardı. Üzerine kolsuz, balıkçı yaka akordiyon bluzlar giyilirdi. Sizlere anlatırken hem hatırladığım hem de resimler de gördüğüm şekilde yazmaya özen gösteriyorum .



Sonra…
EPA topuklar hayatımıza girdi, aynı zaman da apartman topuk da deniliyordu adına. Dümdüz babetlerden sonra bu yüksek topuklarla yürümek zor olsa da insanı havalı gösteriyordu.


  Bunlarla beraber İspanyol paça pantolonlar maşallah kumaş sektörüne rekor kırdırdı . Bir paçasına iki kişi girebilecek genişlikteydi. Tabii bu kadar bol paçalarla yürümek de zor oluyordu haliyle. MODA işte her sene ne çıkarsak diye kafa yormak lazım. Modacılar uğraşsın dursunlar , zorlandıkları yerde de eskileri allayıp pullayıp tekrar çıkarsınlar öyle değil mi?







 

 
  Triko’yu sever misiniz?? Annem ve onun yaşın da ki hanımlar triko takımlar giyerlerdi. Elbiseler, bluzü ve hırkası olan ikili takımlar, bazen etekli,üçlü takımlar alınır ; günlere giderken yeni yeni giyilirdi. Annemin kahverengi triko takımını çok beğenirdim şu anda bile gözümün önünde.. Hanımlar çok şıktı o zamanlar…Tafta kumaşlardan bir elbiseler dikilirdi eski Amerikan filmlerinde ki artistlerin balolarda giydikleri kıyafetlere taş çıkartırdı vallahi…
  Biz KIZLAR tabiî ki mini moda olduğun dan beri , bir daha etekleri uzatmamaya yemin ettik. Ettik ama.. Yetmişler de bir ara midi ve maksi MODA oldu . İstemeyerek de olsa bir müddet giymek zorunda kaldık , gördüğünüz gibi geldiler ve gittiler…MİNİ hala burada bizlerden hiç ayrılmadı .

















İSKOÇ ETEK modası çok beğenildi. Ekoseli kumaştan , yanları püsküllü , kocaman çengelli iğnesiyle hepimizin gözdesi oldu . Dize kadar beyaz İskoç çoraplarımızla , üzerine de beyaz gömlek , elimiz de bir GAYDA’mız eksik .







  ALPULLU’nun hamarat hanımları hiç durur mu?? EL ÖRGÜSÜ onlardan sorulur, o ne zeka , o ne göz , modele bir kere baksınlar hemen örnek çıkartılırdı. Bir o kadar da yardım sever insanlardı Alpullu’nun insanları . Birbirlerine örneklerini verirler asla kıskançlık yapmazlardı.
  Ben örgü örmeyi kayınvalidemden öğrendim. Allah rahmet eylesin benim canım anneciğim çok fazla bilmezdi. Kalabalık bir aile olduğumuz ve de gelenimiz gidenimiz çok olduğu için örgüye vakit ayıramıyordu . Ama sevgisini de katarak pişirdiği yemeklerini değme aşçılar yapamazlar. Onun yemeğini yemeyen yoktur ,bugün bile hala konuşulur .
  MODA dan bahsediyordum ya… Nerelere gittim . Moda sadece dış görünüş demek değildir. Her sene yeni şeyler çıkar ,eskisi gider yenisi moda olur…Ama Fatma Türkan’ın (babam anneme böyle hitap ederdi) mamzanası , çoban salatası , kuru fasulyesi , lahana ve yaprak sarması , (sayamayacağım kadar çok ) kısaca , yemeklerinin modası hiç geçmez .Ondan öğrendiğimiz gibi aynen devam ettiriyoruz…
NUR İÇİNDE YAT FATMA TÜRKAN.

Dağlar Kızı Reyhan  





************************************************************************



16.11.2012


                                                             Merhabalar değerli dinleyicilerim ,
  Ben ORHAN BORAN… Ben YUKİ... sesleri hala kulaklarımda. Orhan abi ve Yuki’nin o tatlı sohbetleri evimizin içinde sanki aileden biri gibiydiler. Birbirlerine arada darılsalar bile hiç küs kalmazlardı. Çok iyi anlaşan iki dosttular. Radyo başında bizlere iyi vakit geçirtmek için her gün aynı saatte orada olurlardı.
27 Mayısta oğlumun düğün günü , taksiyle kuaförden ordu evine giderken trafik durdu. Ne oldu acaba diye merak ettik. Biraz ilerledikten sonra insan kalabalığıyla karşılaştık.Kameralar omuzlarında kameramanlar koşuşturuyorlar ; Bağdat caddesinde ki cami tıklım tıklım.. ‘’Herhalde ünlü birisinin cenazesi var.’’ dedi taksi şöförü. Kim olabilir , hiç duymadık. Sonradan öğrendik ki Orhan abimiz,dönülmez akşamın ufkuna doğru yelken açmış, vakit çok geç…Yuki yıllardır ona babalık yapan bu değerli insandan nasıl ayrılır… Kambersiz düğün olamayacağı gibi,Orhan abisiz Yuki de olmaz. İkisi de bizlere veda edip sonsuz yolculuklarına uğurlandılar. Nur içinde yat büyük usta….












  Çocuk saati sanatçıları. Sinemanın yanında bol bol tiyatro izlemişliğimiz de var. Fabrika sinema salonunda İstanbul’ dan gelen çocuk tiyatrocuların oynadığı oyunları beğeniyle izlerdik. Şimdilerde Papatyam dizisinde oynayan Nilgün Özhan’ı hiç unutmam mesela. Sinema ve tiyatro kültürünü bize kazandırdığı için Alpulu Şeker Fabrikası’na çok teşekkür ediyorum. Ulu önder ATATÜRK’ ümüz önderliğinde kurulan bu fabrikalar , insanların gelişiminde de önemli rol oynamışlar, medeniyete taşımışlardır.
  Teknoloji ilerledikçe ne sohbet ne fasıl ne komşuluk ne yardımlaşma hak getire! Günümüzde maşallah televizyon, dvd, ps, hatta telefonlar bunların yerini almış, tut tutabilirsen… Daha neler çıkacak bakalım, hep birlikte göreceğiz. Bizler radyoyla büyüdük. Radyo çocuklarıyız vesselam. O yüzden kulağımız iyidir. Hepimizin evinde mutlaka radyo bulunurdu. Dışı ahşap, genellikle ceviz ağacından, önü perdeli, düğmeleri afili, tozunu alırken bile kibar davranmaya özen gösterdiğimiz, aman bir yerine bir şey olmasın, çizilmesin diye tembihlendiğimiz o çok değerli radyomuz.

 
Eee zamanının en önemli iletişim aracıydı. Haberleri ondan öğrenir, dünyada ne olup bitiyor, hava nasıl olacak yağmur var mı??? Maçlar; ahhh benim pazarlarımın baş belası maçlar! Evde bütün gün maç dinlenirdi. Maşallah evde beş tane abi olunca başka şansım var mı??? Ne kadar haz etmesem de kulak misafirliğinden bütün maç terimlerini iyi bilirdim. Sporcuları bile iyi tanıyordum; Lefter, Metin Oktay, Selim Soydan… İyi futbol oynuyor olmam da gerekirdi ona bakarsanız ama çok narin yapılı bir kızdım. Bana hiç uymazdı.






Arkası Yarın’ı sabırsızlıkla bekler nasıl merak ederdik. Hayal gücümüz o zamanlardan oldukça gelişti. Bu konuda oldukça iddialıyım. Tiyatrocuların sadece seslerini bilir, kendilerini tanımazdık ama ne seslerdi onlar. Gerçekten yaşanıyor zannederdik. Türk sanat müziği, Beraber ve solo şarkılar, Emel Sayın, Gönül Yazar, Gönül Akkor, Yaşar Özel, Şükran Ay ve daha niceleri…Ayrıca bizi anlatan türkülerimizle Türküler Geçidi; Ömer Şan, Arif Şentürk ve daha nice türkücülerimiz. Hepsi dışı ahşap kaplı, önü perdeli, afili düğmeleriyle evimizin baş köşesinde, yıllarca bizlere hizmet etmiş radyomuzda bizlerle birlikteydiler. Arada yaramazlık yapan çocuğun başına ‘’pat ‘’diye vuran büyükler gibi, ses gelmediğinde çalışmıyor zannedip, sana vurduğumuz için bizi affet.
Dedim ya, bizler radyo çocuğuyuz. Hala evde olmasam bile hep açık olan benim kadim dostum radyom, hala güzelliğini kalbimde taşıyorum.
       
 
Dağlar Kızı Reyhan




*********************************************************************



09.11.2012

  Siz ; Değerli Okuyucularım ,

  Bu hafta Cuma günü akşam 20.00 de Alpullu Şeker Fabrikası Gazinosunda baloya davetlisiniz. Teşriflerinizi bekliyorum. Elinizi tutup beraberce savrulmayı ne kadar çok istesem de bu seferlik, yüzümde memnuniyetim, elinizi sıkmak, hoş geldiniz demek için kapıda sizleri karşılıyor olacağım.
  Alpullu’ya geldiğinizde Koloni kapıdan Teliçine gireceksiniz. Sağlı sollu birçok şirin evlerin olduğu, kavak ağaçlarının refakat ettiği, biraz yokuşlu ama insanı zorlamayan uzun bir yolu çıkacaksınız. Daha sonra çam ağaçları da manzaraya iştirak edecekler. Zambaklar, sümbüller, renk renk laleler, hele güzellikten sabıkalı mor menekşeler suçlu suçlu bakarak insanın aklını başından alıyor. Her yer yemyeşil çimen.


  Gazinoya yaklaştıkça o mis gibi havaya karışan yemek kokuları; zeytinyağlı biber dolmaları, yaprak sarmaları ,sarımsaklı yoğurtlu karışık kızartmalar zannedersin ki üzerine kar yağmış Toros Dağları kalkmış, ta buralara gelmiş, masalarda baş köşeye kurulmuş. ‘’Kabaramazsın kel Fatma, annen güzel, sen çirkin!’’ deyip, kızdırdığımızda nerdeyse hacminin iki-üç katına kadar kabaran, yılbaşı sofralarının baş yemeği, değerli ve de çok sevimli hindi gibi kızarmış talaş böreği. Vazgeçilmez çoban salata kanbersiz düğün olmadığı gibi. Sigara börekleri sıraya dizilmiş bile. Şimdilerde insanlarda bile mevcut olmayan sıra mevhumu sigara böreklerinde her zaman gayet nizami olmuştur. Daha neler neler…
  Buram buram kokan ızgaralar , insanı baştan çıkaran bir edayla sanki plajda güneşlenen güzeller gibi biraz arkamı, biraz önümü döndüreyim, iyi kızarayım der gibi ızgaranın üzerinde çevrilip duruyor. Tabi buna can mı dayanır. Hepsinin bir araya gelerek havaya yaydığı kokuyu koklayarak gazinoya yaklaştığınızı anlayabilirsiniz. Buna kulağa çok hoş gelen müzik sesi de eşlik etmeye başlayınca doğru yoldasınız demektir. Biraz yokuş inip sola dönünce gazino karşınıza çıkıyor. Hayatınızda bu kadar etkileyici ve

büyüleyici bir yer görmemişsinizdir. Titanic filmini izlediyseniz, hani Leonardo Di Caprio'nun aşağı bölümden yukarıya, zenginlerin olduğu balo salonuna gelişini gösterdiği sahnedeki büyüleyici etkiyi yaşabilirsiniz. Hele merdivenlerden inerken kendinizi prens ya da prenses zannedebilirsiniz.
Rahmetli Ahmet Amca sanatkar adamdı. Balo ve düğünlerde salon süslemelerini yapardı. Gerçekten işinin ehliydi. Gazino , onun elleriyle hazırlayıp süslediği harika bir mekan olmuştur her zaman .


Zengin çeşitlerle donatılmış bembeyaz örtülü masalar, şıkır şıkır parlayan tabaklar ve bardaklarla tamamlanmış, misafirlerini bekleyen ev sahibi gibi tam tekmil hazır vaziyette.

  Efsane gazinomuzun efsane orkestrası kendilerine ayrılan bölümde Türk hafif müziği çalıyorlar. Saksafonda Kemal, akordionda Ahmet, trompette Hüseyin, piyano ve kemanda Yılmaz ve bateride ismini hatırlayamadığım değerli müzisyen abimiz.Tango, vals ve twist o yılların vazgeçilmez danslarıydı. Sonraları rock’n roll modası takip etti. Bayanlar; tafta kumaştan renk renk çiçekli ,etekleri oldukça kabarık elbiseleriyle ; dans ettikçe ahenkle sallanan görüntüleriyle çok hoştular. Baylar hem centilmen hem de samimiydiler. Komşu masalarda insanlar birbiriyle sohbete dalarlar, arada bir de şakalaşırlardı. Ömrüm boyunca böyle dostlukları bir daha hiçbir yerde göremedim.
Çocukları evde bırakmak yoktu , ailece hep birlikte gidilirdi balolara . Biz çocuklar en güzel kıyafetlerimizle en güzel ayakkabılarımızı giyer ailelerimizin yanında yerimizi alır, çok eğlenceli bir akşam geçirirdik . Kabarık , etekleri minik incilerle süslenmiş beyaz elbisemle , ayağımda kırmızı rugan babet ayakkabılarımla , onbir yaşımda güzel ve en sevimli halimle siz değerli
misafirlerimi karşılıyorum…
HOŞ GELDİNİZ…ŞEREF VERDİNİZ…HEPİNİZE İYİ EĞLENCELER DİLİYORUM..

Dağlar Kızı Reyhan





 





5 Aralık 2012 Çarşamba

Dünden Bugüne..




12.11.2012

  Taj Mahal..

  Aşk için yapılmış ilk , tek ve en büyük yapı..

  Dünyanın yeni yedi harikasını belirlemek için, 2001 yılında başlayan ve altı yıl boyunca, yüzmilyondan fazla insanın katılımı ile 21 aday arasından, dünyanın 7. harikası seçilen anıtmezar.

AŞK MAHAL
  Babür imparatorluğunun 6. hükümdarı Cihan Şah, gerçek adı ile Prens Kahhum, iyi yetiştirilmiş bir hükümdardı. Ancak kendisinden önceki hükümdar atalarından farklı olarak naif bir karaktere sahipti. Hükümdarlığı süresince edebiyata, sanata ve özellikle mimariye çok önem vermiştir. Bugünkü adı Delhi olan Şahcihanabad şehrini kuran hükümdardır. Hükümdarlığı döneminde kültür açısından tartışmasız bir altın çağın yaşanmasını sağlamıştır. Bütün bunlara rağmen, bugün Cihan Şah'ı hatırlamamızı sağlayan, onun Ercüment Banu'ya duyduğu ölümsüz aşktır.
  Onu ilk gördüğünde henüz onaltı yaşındaydı. Anne tarafından akrabası olan Ercüment Banu'ya görür görmez aşık oldu. Cihan Şah hayatının aşkına kavuşabilmek için beşyıl boyunca sabırla beklemek zorunda kaldı. Sonunda, büyük aşkıyla, üçüncü eşi olarak evlendi.
  Büyük bir aşkla bağlıydılar birbirlerine. Tüm vakitlerini beraber geçirirlerdi . Öyle ki ; Cihan Şah, çıktığı seferlerinden yedisinde, sevgili eşinide yanında götürmüştü. Son seferinde de yanında idi. Zaten zor şartlar altında yapılan bu yolculuk, 14. çocuğuna hamile olan Ercüment Banu için, gerçekten son yolculuğu olacaktı. Ercüment Banu öldüğünde 36 yaşındaydı ve bundan sonra "Mümtaz Mahal" olarak hatırlanacaktı.
  Şah Cihan, hayatının aşkını kaybettikten 1 yıl sonra, o güne kadar yapılmış en büyük ve göz alıcı anıtmezarı yaptırmaya karar verdi.
"Taj Mahal"
Yapımı tam yirmiyıl sürdü. Cihan Şah devletin bütün imkanlarını seferber etti ve hatta söylenir ki ; bir benzeri daha yapılmasın diye, Taj Mahal'in yapımında çalışan bütün ustaların sağ kollarını kestirtmişti..


Cihan Şah ve Mümtaz Mahal bu anıtmezarda yanyana yatmaktadırlar ve aşkları da sonsuza dek Taj Mahal' de yaşayacaktır.







Zeki Dikmen



************************************************************************



06.11.2012


İTALYAN KÖYÜ MOENA

  Hani sık sık duyarız ya ; dünyanın neresine giderseniz gidin mutlaka bir Türk’e rastlarsınız diye.
Ee tabi yüzyıllar boyunca , ulaşabilecekleri neresi varsa , orayı fethetmekten geri durmayan bir ecdadın torunlarıyız . Son elli , altmış
yılda da her fırsatta bir bahane bulup, atmışız kendimizi dünyanın dört bir köşesine . Böyle olunca da nereye gidersek gidelim bizden birisi, mutlaka çıkar karşımıza.
  Ama şimdi sizinle başka bir şey paylaşmak istiyorum.


İtalya’nın kuzey doğusunda bir köy var, adı Moena . Manzori dağlarının eteğinde , olağanüstü doğal güzelliğe sahip bir köy. İkibinaltıyüz nüfusu var. Ekonomisi turizme , özellikle de kış turizmine dayalı..


Şimdi “Eee.. ne var bunda” diyeceksiniz.
Durun daha bitmedi.
Moena' da her yıl ağustos ayının ikinci haftasında bir karnaval düzenleniyor.
”Festa de Turchia” . Türk festivali.
Karnavalda kadınlar şalvar ve başörtü; erkekler ise fes ve yelek giyip, iki ucu yukarı kıvrık bıyık takıyorlar. Ortalıkta sultan ve yeniçeri kıyafetli köylüler dolanıyor.

Karnaval sırasında her yer Türk bayrakları ile donatılıyor. Belediye başkanı, Osmanlı kıyafetleri giyiyor ve “ Padişah”oluyor.
İşin ilginç yanı bu köyde kimse Türkiye’yi görmemiş ama kitap, televizyon ve internet sayesinde, uzaktan da olsa Türkler hakkında bilgiler edinmeye çalışıyorlar. Birkaç yüzyıl öncesinden, edindikleri ve sahiplendikleri Türk kültür ve geleneklerinin bir kısmını yaşatıyor ve çocuklarına öğretmeye çalışıyorlar. Örneğin kız istemeye giden aile başlık parası veriyor ve bunun adına da ”töre” diyorlar..

  İtalya’nın ücra bir köşesinde ki bir köyün bizimle ne ilgisi olabilir? Asıl ilginç olanda bu galiba.. Gelelim bunun öyküsüne..
Efsaneye göre 1683 deki Viyana kuşatması döneminde, bir osmanlı askeri yaralı olarak, Viyana'nın 200 km. güneyinde ki Moena köyüne sığınır. Kasaba halkı daha sonra "Il Turco" diyecekleri bu yeniçerinin yaralarını sarıp, tedavi ederler.Yeniçeri iyileşince köyden bir kızla evlenir ve burada yaşamaya karar verip köye yerleşir.
        
O dönemde Augsburg Dükalığı'nın vergileri altında ezilen halkı ayaklandırıp, onları dükalığa karşı koruyan "Il Turcu" halk arasında kahraman ilan edilir. Moena'lılar "Il Turco" yu okadar sever ve benimserler ki, onun ölümünden sonra bile, Türk gelenek ve adetlerini yaşatmaya devam ederler.
Yeniçerinin mezar yeri belli değil, ancak Moena'lılar köyün meydanına onun bir büstünü yaptırmışlar . Büstün kaidesinde ay ve yıldız ile bir çeşme bulunmaktadır..












        



Efsane veya gerçek, bunu bilemeyiz. Ama bildiğimiz bir şey var. Dünya var oldukça ve üzerinde hayat oldukça, en ücra köşesinde bile bir Türk'e rastlama ihtimaliniz oldukça yüksektir.
Bu geçmişte de böyle idi, bugün de böyle, gelecekte de böyle olacak.

Hoşçakalın..
Zeki Dikmen



*********************************************************************



29.10.2012

Cumhuriyetimizin 89. yılı tüm ulusumuza kutlu olsun..

Günümüzden yaklaşık yüz yıl önce , emperyalizme karşı kazanılan zaferlerin taçlandırıldığı günün yıldönümüdür bugün.
Türk halkının varlığını ve birliğini dünyaya tescil ettirdiği günün yıldönümüdür bugün.
Bu vatana ve bu bayrağa yürekten bağlı olan herkese kutlu olsun.
Cumhuriyet' in sözlük anlamı herkes tarafından çok iyi bilinir.
Basit tanımı ile "Halkın kendi kendini yönettiği rejim" diye tanımlanıyor.Zaten bu tanım da siyasi platformlarda o kadar çok kullanılıyor ki, sanki "Cumhuriyet" kavramsal olarak toplumda , olması gerektiğinden farklı bir konuma yerleştirilip, hatta toplum hayatının dışına itiliyor.
Öyle ise yukarıda ki tanım ; sınırlandırılmış, yalnızca siyasetin veya idarenin algısına ve amacına bağlı olarak gelişmiş , kısıtlı bir tanımdan başka bir şey değil midir?
"Cumhur" kelimesi , sözlük anlamı olarak "halk, topluluk" demektir. Bu kelimeden türeyen cumhuriyet kelimesi ; sosyolojik, toplumsal, kültürel, siyasi ve idari olarak, daha geniş bir yelpazede anlamlandırılması gerekirken , neden yalnızca bir yönetim rejimi olarak tanımlandırılıp, daha dar bir anlam yüklenmektedir.
Halbuki siyasi ve idari anlamın ötesinde sosyal , toplumsal ve hukuki anlam yüklenmiş bir Cumhuriyet kavramı, halkın üzerinde doğrudan bir etki yaratacaktır ve halkın daha fazla benimseyeceği ve sahipleneceği bir olgu haline dönüşecektir.
Cumhuriyetimizi emanet edeceğimiz gelecek nesillerin , Cumhuriyetin faziletlerini , propaganda söylemleri gibi algılamalarını değil , bireysel ve toplumsal olarak , bu faziletleri benimsemiş , özümsemiş ve hayatın her alanında yaşatan nesiller olarak bilinçlendirilmesi gereklidir.
Cumhuriyetimiz, Vatanımız ve Bayrağımız ; bilinçli nesiller sayesinde
"İlelebet payidar kalacaktır."

Ne Mutlu Türküm Diyene.



Zeki DİKMEN











4 Aralık 2012 Salı








Gece ; yorgun ve yalnızdır,
Issızdır, tek başınadır.
Sessizdir, kimseyle konuşmaz.
Ağladığını kimse görmez, duymaz,
Gözyaşlarını kimse bilmez.
Gece ; karanlıktır, 
Umutsuzdur, çaresizdir.
Özlem doludur ama söylemez,
Kavuşamaz sevdiğine.
Belki der kendi kendine ;
Sonra ; sonra sadece bekler..

Funda Dikmen