hayata dair her şey..

hayata dair her şey..


17 Kasım 2012 Cumartesi

Duygusal Hikayeler..




İRİ VE İNCE

   Biri olmadan, öbürü olmazmış. Bu böylece yazılsınmış. Bir Rus köyünde iki balık yaşarmış. Biri turuncu ve İri, öbürü korkak ve İnce. Bütün çiftler de böyledir biraz düşününce.
   İri sormuş birgün. "Madem bütün bu denizler birbirine bağlı, niye biz seninle sadece bu kıyıdan ötekine yüzüp duruyoruz? Kendimizi bir akıntıya bıraksak, yeni sularda yüzsek, başka balıklar yesek daha mutlu olmaz
mıydık?" Hak verdi İnce. İnceliğinden sırf. Çünkü onun mutluluğu için, İri ve o kıyı yeterlidir. Gerisi hava su değişikliğidir ki, insan bundan beslenemez. Balıklar hiç...
   Katıldı yine de, düştü İri'nin peşine. Akıntıya bıraktı kendini. Bunlar beraberce, İstanbul ve Çanakkale boğazlarını geçtiler. Geçerken eğlendiler.
Fakat bir balıkçı, akşam yavrularına balık götürmek için suya ağ atmıştı. Ve bizimkiler farkına varmadan bu ağa takıldılar. Daha doğrusu İri takıldı. İri ya. İnce de sıyrılıp çıktı. İnce ya, bırakıp gitmedi. Hem inceydi hem aşık. Kemirip ağları, kurtardı İri'yi. "E, tabi, ben bu ağlara takılacak kadar güçlü kuvvetli değilim, eriyip gidecek gibiyim" diyerek, onun gururunu da okşadı. Aşkta, en yanlış şeyler bile mantıklı gelir insana. Tabi balıklara da... Çünkü aşk, suyun içinde de aşktır.
   Derken, bizimkiler soğuk denizlere kavuştular. Fakat İnce, alışık değildi bu serin sulara ve hastalandı. Pulları dökülüyordu hergün ve gün geçtikçe daha da yavaşladı. Hatta durdu birgün. Atlantiğin ortasında. Ya döneceklerdi ve İnce kurtulacaktı. Ya da tek bedene düşeceklerdi. Çünkü herkesin Küba'ya kadar yüzecek nefesi kalmayabilir. Hele hastaysa. İri, Küba'ya gitmeyi seçmeden önce, biraz düşündü. O düşündüğü süre kadardı sevgisi, ki o da çok sayılmazdı. En başta sıkılan oydu köyün kıyısından.

   Demek aslında gitmek istiyordu İnce'sinin yanından. Ama bizimki bu durumu anlamadı. Ve onunla Küba'ya varmak için son çabalarla yüzdü. İnsan, sevdiğiyle geçen zamana doyamadığı kadar aşıktır. Balıklar da...
   "İki dakika daha beraber yüzmek, tek başına sağlığına kavuşmaktan iyidir" bile dedirtir aşk insana. Dedirttiği gibi İnce'ye. İki dakika kadar yüzdü ve öldü.

   Yukarı doğru çıkarken zayıf gövdesi, kılçıklarına kadar mutluydu ve gülüyordu. Koca bir balina onu yuttu, bunu da biliyordu. İri, tek kaldı ama, suyun ucunda Küba vardı. Var gücüyle yüzdü. İnce'yi unuttu. İnce'yi unuttuğu kötü oldu. Çünkü onlar birbirlerine beş saniyede bir, nereye  gittiklerini hatırlatıyorlardı ve şimdi on saniye geçmişti ve katiyen hatırlamıyordu. Ne İnce'yi, ne Küba'yı ne de adının İri olduğunu. İnsana adını başkaları hatırlatır, balıklara da...
   O yüzden kayboldu derin sularında Atlantiğin. Ve koca bir balina onu da yuttu. Fakat mucize bu ya, balinanın midesinde İnce'yi buldu. Meğer onları yutan aynı balinaymış, İnce ölmemişmiş, tam tersi midenin sıcaklığında dirilmişmiş. Ama oradan çıkarsa ölecek. İri de oradan giderse, nereye gittiğini ve adını unutucak. O yüzden, artık ikisi de buradalar. Ne fark eder. İnsana sevdiğinin yanı cennettir. Sevmeden hiçbir şeyin tadı olmadığını, bu hikayeyi bilen bütün balıklar bilir.

Ya insanlar?



Alıntıdır..

Sevgilerimle










16 Kasım 2012 Cuma

Duygusal Hikayeler..






EN PAHALI RESİM


   Avrupa'nın ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde çocuğun biri vitrinde çok hoş bir tablo görür. Tablo belli ki oldukça pahalıdır. Çocuk bu tabloyu bir sonra ki sene ağabeyinin doğum gününe almayı ister ve bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile o mağazaya gider. Şanslıdır, tablo satılmamıştır. İçeri girer ve tabloyu bir süre izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve ;

"Ağabeyimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum. Tüm param da bu kadar." der.

Ressam bir süre düşündükten sonra tabloyu paketler ve resmi satar. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar.
Mağazada adamın arkadaşları da vardır ve şaşkın şaşkın sorarlar ;

"Sen ne yaptın! O resmin değeri milyon ederdi. Neden bu kadar az bir rakama sattın?"

Adam cevap verir ;

"Evet, ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim. Ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim?"
 
 
Alıntıdır..
 
Sevgilerimle
 
 
 
 
 
 
 




 

15 Kasım 2012 Perşembe

Duygusal Hikayeler..




HAYATA HEP GÜZEL BAKMAK
 

    Hastahanenin bir koğuşunda üç kötürüm bulunuyordu. Bunlardan
koğuşa ilk gelen pencerenin önüne , ikincisi ortaya , üçüncüsü ise kapı
kenarına yatırılmıştı.
    Ortadaki hasta iyimser bir adam olduğu için , neşeli konuşmalarıyla ötekileri eğlendiriyor ve kederlerini azaltmaya çalışıyordu. Soğuk bir kış gecesi , pencerenin yanındaki hasta öldü. Onu kaldırdıktan sonra ortadaki hastayı pencerenin önüne , kapının yanındakini de ortaya yatırarak , boşalan yere yeni bir hasta getirdiler. Pencerenin önüne alınan iyimser hasta , dışarıda gördüklerini anlatmaya başladı.
    Yol kenarındaki parkı , dev çınar ağaçlarını , cıvıldaşan kuşları işlerine koşan insanları , neşeli çocukları ve karşı dağlardaki çiçek dolu tarlaları uzun uzun anlatarak , çaresiz durumdaki arkadaşlarını rahatlatıyordu. Adam kısa bir süre sonra , gelip geçenlere isimler takmaya başladı. Öteki hastalar , artık sabah işe gidenlerin , seyyar satıcıların ve akşam vakti yorgun argın eve dönenlerin öykülerini dinleye dinleye , onları gözleri önünde canlandırıyordu.
    Kısa bir süre sonra hastahanenin ruha ağırlık veren havası dağılmış ve bir türlü geçmek bilmeyen can sıkıcı saatleri tatlı öyküler doldurmuştu. Bir gün ortadaki hastanın aklına bir fikir geldi. Eğer pencerenin önündeki hastaya birşey olursa oraya kendisi geçecek ve onun öykülerini dinlemektense , dışarıdaki renkli ve canlı yaşamı kendi gözleriyle görecekti. Bu düşünce günlerce kafasına yer etti. Yattığı yerden hep bunu düşünüyor ve çareler araştırıyordu. Sonunda onuda buldu. Pencerenin önündeki hastaya bazen kalp krizleri geliyordu. Adam bu durumda komodinin üzerindeki ilacına güçlükle uzanıyor ve odada hasta bakıcı olmadığından ilacı kendisi alıyordu.
    Bir gece , pencere önündeki hastaya yine bir kriz geldiğinde , ortadaki
hasta büyük bir gayretle doğrularak onun ilacını devirevirdi. Şişe yere düşmüş ve paramparça olmuştu. Ertesi sabah , pencerenin önündeki
hastayı ölü buldular. Ve onu kaldırdıktan sonra , ortada yatan hastayı
cam kenarına geçirdiler. Adam göreceği manzaranın heyecanıyla dışarıya
baktığında beyninden vurulmuşa döndü.!
    Pencerenin bir kaç metre ötesinde , simsiyah bir duvardan başka hiçbir şey yoktu..
 
 
Alıntıdır..
 
Sevgilerimle
 
 
 
 
 
 
 




 

14 Kasım 2012 Çarşamba




29.11.2012

ADALETİN KAVRAMI

  Dünyaya Tanrı tarafından gönderildiğine inanılan kutsal kitaplarda, öyle bir parentez vardır ki, buna göre "Tanrı sonsuz adaletlidir"....Sonsuz adalet kavramı, hafsalamızın alamıyacağı kadar bir görkemi barındırır. Bu durum, görece üstü bir sonsuzluğun, haddi olmayan sınırsızlığıdır ve Tanrı muhteviyatına müthiş yakışmaktadır.....
  Sonsuz adalet manası içine sığışan en önemli husussa ,sonsuz eşitlik ilkesinin olması kavramı , düz bir mantıkla kolayca birleşebilmektedir. Sonsuzluk , adalet ve eşitlik prensibinin paydası olduğunda, insan ve yaşıyan her canlı adına, sonsuz bir zenginliğin kaynağı olarak da tezahür eder....
  Peki canlı dünyasında , sonsuz varsayımını kullanmadan, adalet ve
eşitlik şartı ne derecede sağlanabilmektedir. Tanrı'nın bizlere bahşettiği bu mucizeden, alabildiğince faydalanmak varken, neden imtina ederek ihanet etmemiz, elimizde olmayan bir kudret mi yoksa işimize gelmeyen bir yaşam biçimimidir..
  Sonsuz adalet kavramı , sadece akıllı canlı olan insan adına mı gerçekleşmeli ya da tüm canlıları kapsamalı mıdır ? Sadece insan adına olan bir oluşum olarak düşünürsek, birbirimizi öldürmemizi nasıl açıklarız. Bu
durum tüm canlıları kapsıyorsa, karıncaları hatta biti , pireyi, fareyi bile öldürmemizi nasıl açıklarız...............Onlar zararlı hayvanlar mantığıyla hareket edersek , bize zararlı insanı öldürme hakkımızda kendiliğinden ortaya çıkmaktadır......
  Yaşayanların hepsinin Tanrı tarafından yaratıldığı düşüncesi doğmatik olarak, bize adalet ve eşitlik prensibini vermelidir. Zararlı insan elbette cezasını çekmeli, bunu adalet kavramı içine kolayca sığdırabiliriz. Lakin can almanın hakkını bizlere bahşedilmiş bir tasarruf olduğunu düşünebilmek ise imkansızdır...
  Atların sakatlanmasında çektiği acıların, insan nispetinde bir acı olduğu, bilimsel olarak bilinir. Aynı şekilde bir köpeğin acısıda kolayca müşahade edilir. Lakin bir mikropun acısı ve sızısı bilinmeyen bir ütopyadır.. Faydalı mikropda Tanrı menşelidir ve canlı olarak yaratılmıştır. Kimi hangi canlıyı, ne zaman ve ne şekilde öldürme hakkının kimde olduğu, hangi kitapta yazdığı bilinen bir gerçek değilken, tüm yaşıyan canlıların kendi koyduğu gereklilik kavramlarıyla buna karar veriyor olması da, elzem ve yadsınamaz bir gerçektir......
  Yaşamak için yaratılan prensipler ,önlemler, oluşturulan koşulların hemen hepsi yaşıyan tüm dünya canlılarının kendi koyduğu kanunlar olarak içimize bir mecburiyetle girmiştir..Vahşi doğadaki tüm hayvanlar,diğer hayvanları
öldürerek hayati şatlarını idame ettirmektedir.. Bir aslanın sadece ot yiyerek hayatta kalması mümkün müdür? Peki hayatının baharındaki bir ceylanın bir aslan kursağında biten yaşamı ona göre etikmidir? Bunların sınıflaması nasıl olmalıdır...
  Örneğin bir köpeğin bir insan eliyle katli ,günah ve suç olurken, bir kelebeğin katli neden bu vasfı taşımamaktadır... Cüsse etkili midir? Bir fil, cüssesi sebebiyle ya da doğadaki sayısal bağlantısı nedeniyle koruma kollama ve inançlılarca günah kavramı içinde değerlendirilirken, bir serçe kuşunun sapanla avlanması, daha az bir günah ve suçumu barındırmaktadır. Karıncanın cüssesine inmiyorum bile......
  Sonuç itibariyle sonsuz adalet ve eşitlik kavramı Tanrısal bir mevcudiyetin imkanı iken, biz insanoğlunun bu kavrama en azından sıcak bakarak, eteğinden tutmamız gerekmektedir.......

Saygılarımla

Vedat DÜNDAR
*************************************************************************  
28.11.2012
 
İsa'nın Doğuşu

O gece habersizce yattı
Şahane heyecanı....
Ve sabrı tükenmiş cesaretiyle bekledi
Kararsızca avuçladı bekaretini,
Gözlerini bağladı,
Kulaklarını tıkadı,
Sanki özgürleşti ruhu
Narkoz alır gibi soludu havayı
Duyguları kayboldu
Bekledi,
Bekledi,

Bir anda ateşin parmakları rastgele uzandı,
Yıldızlar patlıyarak yol açtılar O'na
Karanlığın köşeleri dağıldı
Gökte ne varsa sağanak gibi koptu
Boşluk, boşluk olmaktan çıktı
Şimdi heryer, hiçbir şeydi
Gelen sadece oydu, ışık halinde
Ama ortada bilinen bir ışık dahi yoktu
Ve tanrı yavaşça Meryem'e dokundu !

Vedat Dündar
 
 **************************************************************************  
  
26.11.2012
 
ara sıcaklar -18-

BELAN

Senin belan bendeydi
Ben Allah'a verdim belanı
Belan sana çok lazımsa,git
"Allah belanı versin"!!

Vedat DÜNDAR



DİL

"Dilin kemiği yok"
O loş,sülün bir ettir
"Dile düşmeye gör"sende
Bak o nasıl bir ettir

Vedat DÜNDAR
************************************************************************
 

24.11.2012

ara sıcaklar -17-

MECAZ -1-

"Ben seni ektim,seni biçtim "!
Sen de beni ektin ama
Beni ektikten sonra
Gidip başkalarını biçtin !!..

Vedat DÜNDAR



MECAZ -2-

"Su testisi su yolunda kırılır"
Ben su yoluna hiç çıkmadım !
Sorarım size dostlarım
Acep benim testim neden kırılır !!..

Vedat DÜNDAR
 
***********************************************************************



21.11.2012

PAZU

  Erkeğin pazusu, kadının zehridir. Panzehiride yoktur. Bu aynı zamanda insanoğlunun doğuştan itibaren, bakiyet gibi yaşıyan, bir varoluş felsefesidir. Eğer yaradılışta cinsler arasında pazu farkı olmasa idi, o zaman, tüm zamanlarda gerçek anlamda bir feminizmi de yaşıyor olabilirdik. Oysa gerçek feminizm bir ütopyadır. Eğer ki ileride fantastik bir uzaylı istilasının karışımı olmazsa, yani ırkımızın karekteristik özellikleri kökünden değişmezse, feminizm bir hayalden daha öteye gidemiyecektir.
  Dünyamızda erkek egemenliğinin yegane faktörü pazudur. Bu pazunun verdiği sürekli fiziksel güç, kadını sosyal, ilmi ve teknolojik alanda daima
geri plana iten, onun erkek kadar üretkenliğini eksikliyen durdurulamaz bir güçtür..
  Pazu erkeğin beyninde yaşar veyahut beyni pazuya çöreklenmişçesine bir ortaklığın parçalarını teşekkül ederler. Bu sebeple kadın tarihsel olarak eve mahkum bir zihniyetin çeperi içinde, erkek kadar üretken olabilme kabiliyeti, yasalar, kurallar ve adetlerle köreltilmiş olarak sınırlandırılmıştır.
  Kadın elektriği bulabilirdi ama bunu Edison' a bahşettiler. Neden ? Çünkü o sıralarda kadının bu ilmiyetle uğraşacak bir masa hatta sandalyesi dahi olmadığındandır. Söğüt ağacı kabuğundan aspirinin icadı bile sadece
erkek patentlidir. İstisnalar hariç tüm ilmi, teknolojik, tıbbi buluşların bütün patentleri erkek menşelidir. Neil Armstrong, Lois Armstrong kardeş değillerdir. Ama biri Ay'a ayak basan ilk erkek ayakken, diğeri ulaşılmaz bir sanat dehası içinde gene bir erkekti.
  Adolf'un, azgın kimyasının, kadında maya tutabileceğini düşünebilir misiniz ? Bu düpedüz pazu ile doğru orantılıdır. O pazuki kadında olsa idi, bu kez düşünce ile ortak tevekkülde Adolf mutlaka kadından müteşekkil olarak varolacaktı....
  Pazu, yukarıda zikrettiğim gibi, düşünce ile özdeşleşip adeta kaynaşmıştır. Baskınlık, kadını eve hapseden en adaletsiz kavram olarak erkeğin en namuslu silahı gibi sürekli yaşatılmıştır. Sahi Atatürk neden kadın değildir.
Pazusu olmayan bu narin, naif canlılarımızı, cephenin aktif göbeğinde, süngü sallarken kan deryası içinde düşünebiliyor musunuz? Tarihin hangi savaşında, hangi komutan ve askerleri kadındır. İstisnalardan bahsetmiyorum, cephe gerisi Ayşe'lerden de ama Fatih Sultan Mehmet'ler, Napolyon'lar, Sultan Süleyman'lar, Mussolini'ler, Yıldırım Beyazıtlar, hani Mandela'lar hepsi birden Pazunun verdiği fizik güç ve zihinle oluşmadılar mı?
Amozonları düşünürsek, kısacık ömürlerinin, karikatürden ileri gitmeyen bir tebessüm yaydığını görürüz dudaklarımıza... Neden Mehmet'çiklerin varoluşunda, Ayşe'cik, Fatma'cıkların da olamayışının izahı gene düpedüz pazu ile ilgili değil midir?...
  Hayal dünyasının kahramanlarına bakın hele, Teksas'lar, Tommiks'ler, Süpermen'ler, Kit Taylor'lar, Teks'ler Kinova'lar, Tenten'ler, Retkit'ler ve hatta ayı Yogi ile Tom ve Jery bile erkek karakterlidir.
  Kahramanlık onlarda da pazuya mahkum olarak kılınmıştır.Yedi cücelerin hepsi erkek olsada bir tek pamuk prenses kadındır. Çünkü pamuktur ve pazusu yoktur. Pamuk, kadının asli fizik karekteristikliğinin, en dinamik taşıdır. Yoksa pamuk prensi düşünemezsiniz bile. Aklınıza bizim prens yoksa gey mi, şüphesi canlanıverir.
  Kutsal kitaplarda Tanrı sonsuz adaletlidir. Sonsuz adalet kavramı, görece üstü görece bir kavramdır. Eşitlik ilkesinin zerafetini, mutlakiyetini ve sonsuzluğunu bu kutsi inançla tatmanız gerekir... Peki Peygamberlerin hepsi, hatta halifeler dahil olmak üzere, neden tümü hep erkektir.. Tanrı pazunun vazgeçilemez vurgusuna ön ayak mı olmaktadır ? Oysa yaratan kendisi olaraktan sonsuz adalet kavramı içinde, pazulu ve pazusuz ayrımcılığın, tarihte nelere mal olabildiğini bizlere sınav olarak mı bahşetmektedir?..
  Sahi Einstein'ler, Rambrant'lar, Mikelanj'lar, hani Vasko Dö Gama'lar sürüsüyle neden hep erkektir, Beethoven'ler, Mozart'lar, Salvodar'lar
Von Braun'lar, Pastör'ler, Leonardo Da vinci'ler ve daha niceleri neden erkektir. Çünkü Pazunun rolünün tarihsel ve evrensel olmasından kaynaklananır da ondan. Kadının arka planda kalmış bastırılmış dehası, eğitim ve hürriyetten mahrum bırakılarak yolun kendiliğinden erkeklere açılmış olmasındandır...
  Gece metropol bir şehirde yalnız başına sokağa çıkan bir kadın düşünün, siz düşünürken o herhangi bir tacize uğramış olursa da şaşmayın. Bu
ülkedeki kadın cinayetlerini kahramanlık olarak algılayan güçlü bir kütle yaşamaktadır. Pazusuna testestoron hormonunu yükleyen sapıklar, kadınımıza tarihsel döngü içinde daimi bir tehlikenin mimarları olmuşlardır
O pazuki kadında var edilmiş olsa idi bu kezde tarih her şeyiyle iyisiyle, kötüsüyle kadınlarımızın kucağında yeşerebilirdi.... Ateşin icadında iki odunu sabırla ve güçle birbirine sürterek katalizör rolü oynayan pazunun ,
erkeğin kolunda olması şansı, tesadüf müdür?.. Tüm erkekler için olmasa da erkeğin dinamiğinde birden fazla kadınla beraber olma arzusu, üstüne üstlük bunu kutsal kitaba sokuşturma çabası, ayetleri kendine mahsus olarak yorumlama gayretleri de bağımsız hegomanyalarının düstursuz tezahürleridir...
  Aynı hak, aynı hukuk, ihtiras ve arzu kadınımıza haramlaşırken Pazunun evrensel gücü erkeğe, bu sapık hakkı verebilmektedir.


Saygılarımla,
Vedat Dündar




*********************************************************************

 

17.11.2012

BİR KÖPEĞİN ÖLÜMÜ !

Ben sana çıkarken gördüm onu
Mücevher gibi bir yağmur yağıyordu
Dağılmış kahkahalar yazlıkçıların evinden taşıyordu
Gölgelerin saklandığı bir geceydi,bu gece
Belkide uluorta ölçüsü kaçmış bir karanlık vardı….

Sana çıkarken ilk basamakta gördüm onu
Öylece siyah boş puşet gibi duruyordu
Üzerine rüzgar yağarcasına titrek
Ve kendi korkaklığına kapanmışçasına dağınıktı......

Eğildiğimde sakince kaldırdı kafasını
Kişner gibi havladı,yalvaran bir sesle
Dişlerinin arasında kandan bir gölcük vardı
Kaburgasında kocaman bir delik
Gecenin bekçisi gibi uludu karanlıktan
Tırnaklarını yavaşça dokundurdu toprağa
Başını tuttuğumda gözlerime baktı
Sanki bir anda vedalandı......

Sonra adeta yaşamaktan vazgeçti
Tecavüz eder gibi süzüldü bedeninden ruhu
Son bir hırıltı kalmıştı gırtlağında
Onuda usulca avuçlarıma soludu
Yattığı yer hala sıcaktı ama
Artık o hiçbir yerde yoktu !.....

Vedat DÜNDAR


*************************************************************************




14.11.2012

Bir Kedinin Ölümü

Tepenin tenhasında, bir kan çukurunun içindeydi
Beyaz şarap gibi aklanmıştı teni
Karanlığa gömülmüş, öylece yatıyordu.
Tek gözünün buçuğundan, magma gibi fışkırıyordu kanı
Sanki gökyüzünü kucaklarcasına açılmıştı bacakları
Sanki sımsıkı kavramıştı, bu acı gerçeği.....

Aymaz bir rüzgar hafifçe okşadı tüylerini
Dilini toprağın tadına doğru bıraktı
Jokey gibi bedeninin üstüne kıvrılırken
Gölgesine doğru sereserpe uzandı.......

Artık o ölmeye hazırdı
Bir grup fener ışığı faydasızca titreşti üzerinde
Anlıyamadığı sesler çıkardılar,
Çalıları karıştırdılar,
Birbirlerini iteklediler,
Sanki kahkahalar atıyorlardı.
Sonra gene ışık tükürür gibi yapıştı üzerine
Bütün geçmişi bir çırpıda söküldü
Bu ışığın içinde tüm yoksul hayatı vardı.
Işığın en arkasında annesi duruyordu
Islatarak yavrusunun tüylerini yalıyan
Ve şefkatle bir mucizeye bakar gibi bakan,
Annesini ;
Sonra ikiz kardeşlerini gördü
Kuyruğu kopuk kardeşi, tırmığıyla dokunmak için,
Ona patisini uzatmıştı....

Ama o anda birden herşey yokoluverdi
Bütün hayalleri karanlığa doğru küçülerek sığıştı.
Ağlamaya başladı,
Mehtap, adeta tüylerine tasmalanarak sarıldı
Tüyleri kan kırmızı fosfor gibi parladı
Şimdi kimsesizleşmişti ;
Bacakları bitişerek tümsekleşti

Kulaklarından boynuna kadar bir tebessüm
Yayıldı yüzüne
Bu hayatta yeri kalmamıştı
Kanının üstüne doğru işerken sağırlaştı
Son defa açtı gözünü göğe doğru
Işığın en arkasından , annesi, hala ona bakıyordu.......


Vedat Dündar


 
************************************************************************



12.11.2012

KEŞKELERİN DANSI

  İnsan hayatı, keşkelerin bucaksız tiyatrosunda, daimi oyuncu olarak yaşar.. Sanki, elzem bir ihtiyaçmış gibi, sanki vazgeçilmezmiş gibi, soluduğumuz hava misali, tüm yaşantımızın bir çok anında, hep varolarak, bize nedamet duyguları bırakır..
  Keşkelerin akıl ve mantıkla doğrudan ilişkisi, yadsınamaz bir gerçek
olmasına mukabil, şans faktörününde doğrudan ilintisi, bu gerçeğin içinde yer alır..
  Canlı hayatında hiç bir şey muhakkak ve daimi bir mükemmelliğe haiz değildir. Canlıların yaşamları boyunca hastalanmaları hatta yaşlanmaları bile mükemmelliğin karşı fikrini korur. On milyar yıl faaliyette olan bir yıldız dahi bu zamanın sonunda infilak ederek, atıl bir materyal haline gelir. Yani doğada yaşıyan hiçbir şey sonsuz mükemmellik kavramı içinde değildir.. Muhtemelen bu yaradanın bir keşkesi olmamakla birlikte, akıl, mantık ve şans faktörlerinin yetersizliği ise bizim keşkelerimiz olarak, hayatımızın önemli payları arasında kalır.................
........Keşkelerin özlem olarak yarattığı, duygular, hayallerimizin
kırıklığındaki hezeyanlar olarak büyür. Kıskançlık olarak kalan tortuda ise, yaşanan fırtınalar, karekter bozgununa bile sebep olabilir. Pişmanlık şeklinde kalan bakiyede hapsolan psikolojinin harabiyeti ise hiper tansiyon endekslidir. Yani kısaca keşke ve keşkelerin hiçbiri, (uğrunda ders çıkarılanlar hariç) hiçde faydalı şeyler değildir. Bilakis kendimizden ayrı tutmayı beceremediğimiz kırıklıklarımız olarak, tezahür olup, bize fatura çıkarır..
  Örneklemeye geçersek, mesela, sayısal loto da beş tutturarak sevineceğini sandığımız bir talihlinin (Bir talihsizin) , gerçek anlamda sevindiğini göremezsiniz. Zira altılıyı yakalamak için 8 rakamı yerine yazılan belki 9 rakamı, keşkenin süper novasıdır ki, bunun patlaması ile kaçırılan fırsattaki yaşatılan keşke, bir ömrün payı değil, paydası niteliğindedir. Tamamen bu ekonomik fırsat üzerine inşaedilecek hayatların, tek rakamla kaçmış olma şanssızlığı, beş tutturan talihliye (talihsize) öyle bir keşke bırakır ki, bu tortu yaşantı müddetince daima canlılığını muhafaza ederek, acı ve eskimeyen bir fatura olarak kalır.......
.......Birde başkaları için kullandığımız keşkelerimiz vardır ki,
bu keşkelerin bizdeki tahribatı, ufak çaplı hiddet, üzüntü, hayret ve günlük hayatımıza mevzu olan bir dedikodu olarak yansır. Mesela malum viyadüke aracıyla seksen kilometre hızla girip, vahim bir kazanın ortasında kalarak, bacaklarını kaybetmiş bir tanıdığımızın keşkesine, ortak olup, günlerce etkisi altında kalabiliriz. Bu tür keşkeler, adeta bilerek, davet edilen keşkeler olsa da, genede malolan kişiye, bir keşke olarak kalır...............
  Kısaca ifade etmek gerekirse, nereden çıkacağı belli olmayan bir keşke, keşke hiç çıkmasa....

Vedat DÜNDAR


 
************************************************************************



09.11.2012

e-1248 /3-5
Onu bulduklarında nüfusu yoktu
Belki bir ismi dahi olmamıştı
Onaltı, onyedi yaşlarında kara bir oğlandı
Ne yağızdı, ne yiğitti, sırf sakalsızdı
Ve bir daha hiç sakalları da çıkmayacaktı
Onu ilk gören çocuklar haber vermişler çevreye
Çevrede galeyanla uzanmıştı polise
Bir sonbaharın sabahında bulmuşlar onu
Dere kenarında iple boğulmuş vaziyette
Toprağa mayalanır gibi uzanmış
Dilini yalıyormuş gibi dudaklarının üstüne koymuş
Hani biraz da yüzünde gizli bir tebessüm var.....

Omuzunun üstünden çevirdiler naaşını
Kekremsi bir tatla kapanmıştı gözleri
Çamurları sıyırdılar parmaklarından
Alnındaki kiri temizlediler,
Ceplerini yokladılar,
Sararmış bir kağıt mendil çıktı, yırtık
Bir de sekizde durmuş ucuz bir saat...

İki saat savcının gelmesi beklendi
Sonra daktilonun tuş sesleri ırmağın incecik
deresine karıştı
Birden sessizlik koyulaştı ,
Sonra meselenin bir parçasıymış gibi bekledi kalabalık
Kısaca sorulara bildik hiçbir cevap yoktu
Kol ve bacaklarından tutarak soktular çuvala
Alışık bir vaziyette çektiler fermuarı
Artık ortada ölü falan yoktu
Şimdi yeni gelinin çeyiz bohçası gibi olmuştu..
Götürdüler şehrin morguna
Burada ölüler buz tutuyordu
Ayak baş parmağına tabela taktılar
E/1248.3-5 yazdılar
BU onun hiç olmuyan nüfus kimliği oldu
Artık tuhaf bir adı vardı
Belki soyadı bile içinde yazılıydı...

Soruşturma bir ay sürdü
İki yeni yetme polis bir ay gezindi
Bu sürede hiçbir telefon çalmadı
O bir ayda tek bir ihbar gelmedi
E/1248.3-5 morgda iyice dondu
Kimsesizliğinde Otopsisi dahi yapılmadı...

Bir ay birgün sonra gömdüler onu
Boğularak faili meçhul yazdılar
Dosyası arşivde tozlu raflara kalktı
Kimsesizler mezarlığında kimsesizdi
Hoca o gün izinli olduğu için
Onu sadece toprağı kazanlar gömdü
Karısıyla telefonda kavga eden
Bir de polis vardı kayıt yapan....

Adı gibi toprağında, taşı da olmadı
Duasız bir yolculuktu bu onun için
Belki gittiği yerde bile tanımıyacaklardı
E/1248.3-5 neydi ki
Belki bir ayda orada sürerdi soruşturması
BU sürede yanar mıydı, donar mıydı bilinmez
Belki oradada kalabalık meraklı bir grup toplanırdı
Artık zebanisimi gelirdi cebrailimi yoksa özel yetkili
savcısımı
Tutarlardı tutanak
Dirilemiyor diye
Belki sabırları taşardı iyice
Kimdir bu E/1248.3-5 diye

Vedat DÜNDAR



**********************************************************************
 


08.11.2012

neriman'ın babası

Ben Neriman'a varmak için
Bacadan kaydım girdim içeri
O gün Neriman evde yokmuş
Boşuna bacadan kaydım içeri

Derken boşuna kayınca içeri
Evde neriman yok diye üzülürken
Meğerse babası bekliyormuş beni

Adam inanılmaz misafirperver çıktı
Hırlarken salyası halıya düştü
Halıyıda görseniz ne rüküştü

Ben kurumlar içinde kara veli
Adamın kıpkırmızı olmuştu keli
Birdenbire nasıl oldu böyle deli

Kaçacak delik yoktu,bacadan başka
Bacayıda ben tıkamıştım gelince aşka
Adamın samimiyeti oldukça laçka

Önce belime sarıldı istemedim
Sonra arkama geçti itemedim
Yer yarılsada içine giremedim

Biz Neriman'a derken,umarken
Böyle bacadan içeri dalarken
Nereden çıktı bu sapık adam

Ulan,nasıl yazdım ben böyle şiiri
Adamın evde olmadığı birgün olsun
O zaman yazarım,ben bu şiiri...


Vedat DÜNDAR



***********************************************************************



06.11.2012

Neriman
 
Neriman , Neriman diye geçer akşamlar
Geceleri Neriman diye sayıklarım
Her gün görev başında
Hususi telefonlar Neriman gibi çalar
Havada Neriman’ımı solurum yalnızca
Kadehlerde Neriman’ımı içerim
Evde televizyon diye açarım Neriman’ı
Hayallerim rengarenk Neriman dolar
Karada Neriman , denizde Neriman , velhasıl
Bir Neriman’dır tutturmuş giderim
Kimdir bu Neriman ? diye sorsanız , inanın
Sizden çok ben merak ederim !...

 
Vedat DÜNDAR


************************************************************************



03.11.2012
 
KANAYAN YARA ENSEST

    Ensest ; tarihsel uzantısı içinde , daima bizimle yaşamış , rengini göstermeyen, bir sapıklık türü olarak varlığını devam ettiren , insanlık utancıdır.Tarihin ilk çağlarından itibaren yapılan kazılarda, çözülen yazılarda bunun yaygın örnekleri tarih ders kitaplarımıza girmemiş olsa da; bilinen bir gerçek olarak hep tohumlanmıştır. Günümüze kadar uzanan ve insan nesli yok olana kadar da sürecek olan bu sapkınlık türünün mimarları, genelde erkek cinsiyetinin  cinselliğinde yaşayan ruhsallığının, acı maraziyeti olarak tezahür eder. Mağdurlar en çok, adeta bir seks objesi gibi görülen kız çocukları ve akabinde erkek çocuklarıdır. Tabi ensest vakalarının sadece ailenin bireyleri ile birlikte, birinci derece yakın akraba olarak, dayı, amca ve hatta üvey baba kimliklerinden de gelen bir tehlike olarak varolduğu ise, yadsınamaz.....

  Yaşanan bir çok ensest vakasının en büyük mağdurları olarak , ailenin küçük veya yetişme safhasındaki kız çocukları, bazen yıllarca süren iğrençlikle ezilerek, sağlıksız ve ruhu bozulmuş birer fert haline gelmektedir. Aklın tam ermediği küçük yaşlarda, çok seviliyor olmayı sandığı dokunuşlar , büyüdükçe acı gerçeklere karışarak bir yaşamı kökünden etkileyen travmalara dönüşmektedir. Ülkemizde yaşanan bir çok ensest vakası, aile içinde bilinse dahi, namus kavramı , sosyal sebepler ve aile bütünlüğünün bozulmaması amacıyla gizlenmekte, hatta evin nafakasını sağlıyan babanın ya da abinin yarattığı korku, baskı ve otoritesi sayesinde örtbas edilmektedir . Türkiye'de özellikle kırsal kesimde evlendirilen birçok kadınımız, ebeveynlerinin sahipliğinden muaf tutularak , erkeğinin malı olarak görüldüğünden, kadının aile içindeki söz ve yargısal hakkıda bitirilmiş olmaktadır. Fakat hangi şartta olursa olsun, bir anne, evladı için kendini feda edebilecek meziyet ve fedakarlıktan kendini alıkoyduğu zaman, yaşanan acı gerçeklerinde payı haline gelmektedir.
Ensestin açığa çıkmasındaki en büyük sorunlardan biride,aile birliğinin dağılacağı endişesi yanında , rezaletin yaratacağı utanç , toplumun baskısı ile yargı süresince yaşanacak yüzleşmeler ve travmalardır... Bazı imkansızlıklar ki, kadının ebeveynlerinin evine dahi dönemiyor olması , ekonomik bağımlılık , cehalet , biat, kimsesizlik , korku gibi faktörler, sapıklığın elini güçlendirmektedir.   Hele ülkemizdeki namus kavramının tutuculuğu ve kargaşası ise , bu sapkınlığın saklanmasına , adeta zemin hazırlayabilmektedir. "İşin yoksa mahkemede şahit ol" özdeyişi, halkımızın duyarsızlığının ve bananeciliğinin bir yansıması olarak , etrafın dikkatini törpülüyen ve bu tür oluşumların devamına katkı sağlayan gizli unsurlardır. Bunlara ilaveten akraba evliliklerinin yasal ve yaygın olması da , ensest vakalarına açık kapı aralığını bırakmaktadır. Kanunlarımızın caydırıcılık bazda yetersizliğini, savunabiliriz.Özellikle töre cinayetlerine uygulanan , insanlık dışı, mantıksız ceza indirimlerinin, bu ülkede oluyorolması , sadece yüz karamızdır. Töre kanunlarını koruma ve kollama amacına hizmet eden zihniyetin , ensest davalarında da yeteri kadar caydırıcı olduğunu düşünebilir miyiz ? Babası tarafından hamile bırakılan onaltı yaşındaki bir kız çocuğu , şikayet hakkını kullanabilse bile, kucağında çocuğu ile birlikte utanarak katıldığı davaların sonucunda, verilen cezadan hak bulabilecek midir ? Kaldı ki tecavüzcüsü tarafından zorla iğfal edilerek hamile kalan bir kadınımızın, kürtaj hakkıda ortadan kaldırılmışken..
  Peki ne yapılmalıdır, neler yapılmalıdır diye düşünürsek, bu hususta duyarlı ve dikkatli toplum bireyleri olmak , son derece yetersiz tedbirler olarak kalır. Çünkü ensest olayları kapalı kapılar ardında, uygun mekan ve zamanda yapıldığından, safi bir komşu dikkatiyle peydahlanıp, harekete geçmeside,o denli zordur. Öğretmen dikkatinin vuku bulmasıda, kapalı kutu içindeki bilmece gibi, büyük hassasiyet ve ipuçları gerektirir. Lakin devletin atacağı adımlar dev gibi olabilir..
  Mesela ceza kanununa bir ilaveyle taamüden cinayetle eşleştirilebilir. Ülkemiz çapında, sağlık taramaları yapılırken, uygun lisan ve içeriklerle halkımız aydınlatılıp, şikayet hakkı teşviklenebilir. Alo 183 den bi haber toplumumuz, bu telefonun ucundaki imdata kolayca ulaşabileceği, bilgilendirilir. Ceza kanunlarımız caydırıcılığı ile halkımız malumat sahibi edilebilir....Şikayet hakkının gizli kalacağı garantisi verilebilir. Mağdurlar için, uzman ekiplerden özel rehabilitasyon merkezi kurulabilir. Doğan gayri meşru çocuklar var ise, işsahibi olana ya da evlenene kadar bakımlarını devlet üstlenebilir. Biçare mağdur annelere yeni bir kimlik bile verilebilir. Vesaire...
   
  Şimdi şöyle bir düşünelim. Bizlerde hayatımızın inişli çıkışlı yollarında ne badireler yaşıyarak günümüze kadar geldik. Sanki tuzumuz kuruymuş gibi, şiir yazıp, asarak, hatta yorum yapıp tatmin olarak, bu sitede varolduğumuz bir anda, belki bir şehirde, belki bir kasabada,bir kız çocuğu yıllarca tecavüze uğradıktan sonra, evlenip evinde otururken, çocuğunu beşiğinde uyuturken, hani kocası işdeyken, o boş anında acaba neler düşünüyordur.... Bir gün kendi babası gibi kocasıda, kızına tacizde bulunacak mıdır(bugün biraz çocuğun yanağını ateşlimi öptü ne) ? Fikri ne olursa olsun yaşıyan bir kabus gibi daima aklına gelmiyor mudur ? Gece ,geçmişinin kabusları, düşlerine girerken bunları nasıl ve ne zaman unutacağını düşünmüyor mudur ?
Kocasından bile sakladığı sırrının sadece bir ömür boyu kendisinde kalması, ne acı bir yalnızlıktır. Seyrettiği filmlerin birçok karesinde ve babası, abisi elini tutmuş her çocuğun görüntüsünde, tüm hatırası bir karabasan gibi canlanıvermiyor mu ? İsmini vermiyerek, bu tür konuları işleyen televizyon programlarına , ağlıyarak , canlı telefonla katılmıyor mudur ?
Üstelik bu kadın , öbürüne göre daha şanslı, nasıl mı ? Hem sırrını saklıyarak ya da kabul ettirerek (Sanki kabul edilemez miş gibi bir toplum yargımız ve erkekliğimiz vardır) evlenmiş, bir yuva kurmuştur, hem de büyüttüğü çocuk babasından, abisinden değil, kocasındandır. Sonuç olarak biz yaşadıkça ensestte yaşıyacaktır. Lakin ne kadar az yaşatırsak,o kadar iyi....

BİR KADININ, DOĞAN ÇOCUĞUNUN, HEM EVLADI, HEM KARDEŞİ OLMASI KADERİ, NASIL BİR TRAVMADIR, BİR AN DÜŞÜNÜN !!..


Vedat DÜNDAR



*************************************************************************



01.11.2012

bir şairin son nefes tasavvuru

Sıcağı,sıcağına koşarsınız
O anı bilirsiniz ,orada
Uzanmışımdır yada
Kıvrılmışımdır boyunca.....

Bir bankanın bekleme sırasında olabilirim
Bir lokantanın açık büfesinde
Şehir kütüphanesinde mesela
Hani Atatürk bulvarının tam ortasında
Ne bileyim belki bir göl kenarında
Yada belki bir mitingte pankart taşırken..

Gözlerim hâlâ yarı açıktır,görürsünüz
Dilim kıvrılsın istemem
Zincirlenmiş gibi hareketsiz yatarım
Düşerken gömleğimin bir düğmesi kopmuştur
Muhtemel ayakkabımın biri fırlamıştır
Hani burnum kanamıştır filan
Ne gam !..

Acil, hemen cevap vermez telefonlara
Birisi nefesime kadar eğilir

Birisi anlarmış gibi göğsüme dokunur
Bir kadının yarı çığlığını duyarsınız
Beş metrekareye on insan sığışır
Çevrende hep beraberdir panik
En az bende panik !.......

Artık yarı açık gözlerimle fersiz bakarken
Sıkışacağı kadar sıkışır şerit

Hayalini son bir kez tadarım gözlerimde
Altmış yıl bir kadın sevdim,ben
Altmış yıl bir kadın beni sevdi
İşte ben bu yüzden kendime acımıyorum şimdi
Bu dolu hayatım hiç boş kalmadı onunla
Sevgisiz bir saniyem bile olmadı

Başımı yasladığım zaman,dünya benimdi,koynunda

Şimdi biliyorum ambulans Mithatpaşa caddesini çığlıkla döner
İlerde üç katlı market vardır
Dibinde meşhur o seyyar köfteci
Yan tarafta boyası eskimiş kreş
Bahçesinde birkaç velet
Ambulans durmaz geçer..

Sonra viyadükten sağa sapar
Karşıda koca vali konağı
Önünde iki polis laflıyor
Solda ticari taksinin tehlikeli manevrası
Sarı ışık,
Kırmızı ışık,
Direk
Geçersiniz….

Şimdi hastaneye varmadan,köşede
O meşhur dolunay pastanesine gelmektesiniz
Üçyüz metre kalmıştır
İkiyüz metre,
Elli metre,
Derken ,
Tam önüne
Gelirsiniz,
Geçmeden!.....

Vedat DÜNDAR




************************************************************************



31.10.2012

nurullah hoca efendi bulvarı... günün incisi

Dün beni "NURULLAH HOCA EFENDİ" bulvarında kıstırdılar
Hala laik yaşıyorum diye
Sopalarıyla düşüncelerime saldırdılar
Sanki kovacaklar diye....


Gafiller nerden bilecekler ölümsüzlüğümü
Zincire yatırılmış fikirlerimi nerden bilecekler
Sopamı dayanır bana, Taşa bağlı ip mi
Karanlıkta kahpe bir kurşun mu sıkarlar,artık
Yoksa darağacındaki zavallı ilmik mi....


Sökemediler beni benden, hiddetlendiler
Kanım bir anda pranga gibi yapıştı yüzüme
En öndeki sakallı kafir diye bağırıyordu
Vurun derken salyaları üstüme akıyordu.......


Dün beni "NURULLAH HOCA EFENDİ" bulvarında kıstırdılar
Zannettiler ki çırılçıplağım,
Zannettiler ki çığlık çığlıyayım,
Oysa hiç korkasım gelmedi
Hiç kaçasım gelmedi
Üstümde debelendiler, debelendiler
Hatta gülüyordum bile, gördüler
Bunu zannetmediler.............


Yıl 2026,10 Ekim Perşembe
Bugünden şair gözüyle hazırlanmış
Gelecekten bir enstantane..........


Vedat DÜNDAR


Meraklısına dip not: Bahse konu bulvar, şimdilik Atatürk adıyla kullanılan bulvardır....








13 Kasım 2012 Salı

Duygusal Hikayeler..




SON YAPRAK

    Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokağının neredeyse
tamamı ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur bir
tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı.
Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu. Günlerden bir gün kız arkadaşlardan biri zatürre hastalığına yakalandı.
Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken o
da yatağında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu...
Geriye doğru sayıyordu; "On iki" dedi, biraz sonra da "on bir" ; arkasından "on", sonra "dokuz"; daha sonra, hemen birbiri ardına "sekiz" ve "yedi". Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba?
    Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki
tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş, yaşlı mı
yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı.
Dönüp arkadaşına;
"Neyin var?" diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde;
"altı" dedi."Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce neredeyse yüz tane vardı.
Saymaktan başıma ağrı giriyordu. Ama şimdi kolaylaştı. İşte biri daha gitti. Topu topu beş tane kaldı şimdi."
''Beş tane ne?" diye sordu arkadaşı.
"Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, ben de mutlaka gideceğim. Hissediyorum bunu."
Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü.
Fakat o: "İşte bir tanesi daha gidiyor. Hayır, çorba filan istemiyorum.
Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da
düştüğünü görmek istiyorum.. Ondan sonra ben de gideceğim." diyerek
cevap verdi.
    Genç kız uykuya daldığında arkadaşı da alt katta ki yaşlı ressama
ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı adama.
Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen
arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş
gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetle
esen rüzgardan sonra, bir asma yaprağı hala yerinde duruyordu.
    Sapına yakın tarafları hala koyu yeşil kalmakla birlikte, testere
ağzı gibi tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan
yaprak, yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış
duruyordu.
"Bu sonuncusu" dedi hasta kız."Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüştüm.
Rüzgarı duydum. Bugün düşecektir, o düştüğü an ben de öleceğim."
Ağır ağır geçen gün sona erdiğinde onlar, alacakaranlıkta bile, asma
yaprağının duvarın önünde sapına tutunmakta olduğunu görebiliyorlardı.
Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır
aydınlanmaz, genç kız hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yaprağı
hala yerindeydi. Genç kız, yattığı yerden uzun uzun yaprağı seyretti. Sonra
arkadaşına seslendi.
"Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan olduğumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada tuttu. Ölümü istemek günahtır. Şimdi biraz bana çorba verebilirsin." dedi.
    Akşamüstü gelen doktor ayrılırken; şimdi alt kattaki bir hastaya bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürre. Yaşlı adamcağız çok ağır bir durumda, kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor dedi.
Ertesi gün doktor :
"Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız." dedi.
O gün öğleden sonra arkadaşı artık iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş.
Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken
bulmuş. Pabuçları, elbisesi baştan aşağı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akıl sır erdirememişti kimse. Sonra, hala yanık duran bir gemici feneri, yerinden sürüklene sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola saçılmış bir kaç fırça bulmuşlar. O zaman o son yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgar estiği zaman bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı adam, son yaprağın düştüğü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı.
Alıntıdır..
Sevgilerimle